Ahlakçılık
BİZİM
AHLAKÇILIĞIMIZ |
Ahlâk, kelime anlamı itibariyle çeşitli şekillerde tarif
edilebilir; zira kaynağı yönünden farklılıklar arz eder. Bizim açımızdan önemli
olan, terim anlamıdır. Türkçülük, bütün değerleri milliyet yönünden izah ettiği
için, bizim anladığımız ahlâk da kaynağını milletten alan ve çerçevesini
milletin belirlediği, yazılı olmayan fakat milletin her ferdini bağlayan
kurallar dizinidir.
Ziya Gökalp;
‘Kişi dünyaya geldiği zaman sosyal değil, asosyaldir, toplum dışıdır. Ancak insan toplumu öyle bir çevredir ki, bu asosyal yaratıkları, içine girdiği andan itibaren kendisine benzetmeye, yani temsil etmeye çalışır’ diyor.
Öyleyse, toplum kendi değerlerini, kendi fertlerine aşılayabildiği nispette devamlılığını sürdürebilir. Toplum dışı yaratıklar olarak doğan fertler, toplumun iyi-kötü, güzel-çirkin olarak sınıflandırdığı hareketleri benimsemez, kuralları kendinden menkul ya da başka toplumların değerlerine göre davranışlarını düzenlerse ister istemez içinde doğduğu topluma yabancılaşır ve bu fert için olduğu kadar toplum için de zararlıdır.
Türkçülerin toplum anlayışını, devletlerin ya da coğrafi hudutların belirlemediğini daha önce yazmıştık. Nitekim, Hüseyin Nihal Atsız da ‘ahlâkın meydana gelmesinde coğrafyanın tesiri yoktur’ diyerek, toplumun ve dolayısıyla toplumsal değerlerin coğrafyayla ilgisiz olduğunu belirtmiştir.
Ahlâk, coğrafyanın ya da devletin topluma uygun gördüğü kalıplara göre değil, milletin yüzyıllardan süzülüp gelen tecrübelerine göre şekil alır. Bir millet için askerlik, devletin zorunlu ihtiyacına cevap vermek için bir araç olabilir fakat Türklerde şerefli bir yaşam biçimidir. Bir millet için hırsızlık, adi suç olarak sınıflandırılabilir fakat Türkler, hırsızlığı basit bir huy olarak görmez.
Ahlâk, Türkler için milletin değerlerinin bütününü ifade eder. Fertler arasında kadın ya da erkek, küçük ya da büyük gibi ayrımlar yapmadan, milletin fertlerinin tamamını bağlar. Kadının sorumluluğunu kadına, erkeğin sorumluluğunu da erkeğe yükler; fakat ahlâk fertlerin değil milletin değeri olduğu için fertlerin sorumluluklarını milletin tamamı takip eder. Ceza ve ödüllendirme işine toplum memurdur.
Yazılı olan kurallar, devletlerin uygun gördüğü ve içinde kınama ya da beğenme şeklinde manevi değerler barındırmayan, çoğunlukla milli olmayan kurallardır. Toplumun ceza ve ödüllendirme şekilleri, Türklerde milli bir usûl yaratmış, maddi şekillerin yanında manevi şekiller de üretmiştir. Devletin yasaları, suç işleyen ferdi toplumdan sonsuza kadar dışlamayı içermez; oysaki bazı hareketler, ferdi sonsuza kadar toplumdan dışlanmaya götürebilir. Yazılı yasaların içinde genellikle ödüllendirme şekilleri de yoktur; oysa ki toplumun ahlâkı, ödüllendirme şekillerini de içerir. Saygı, çevrenin sevgi ve muhabbeti, yazılı yasalarla ferde verilemeyecek ödüllerdendir. Toplum bunu kendi değerlerine göre bir ferde verebilir.
İşte bu kontrol edilmesi, yazılı şekillere bağlanması ya da devletlerin sistemleriyle düzenlenmesi mümkün olmayan yasalara ahlâk diyoruz. Örf ya da töre şeklinde de tarif edilecek ya da birbiri içine geçmiş anlamlar ifade eden bu kıymetler bütünü, toplumların yani bizim anladığımız mânada milletin, yaşatılması ve canlı tutulması gereken bir unsurudur.
‘Kişi dünyaya geldiği zaman sosyal değil, asosyaldir, toplum dışıdır. Ancak insan toplumu öyle bir çevredir ki, bu asosyal yaratıkları, içine girdiği andan itibaren kendisine benzetmeye, yani temsil etmeye çalışır’ diyor.
Öyleyse, toplum kendi değerlerini, kendi fertlerine aşılayabildiği nispette devamlılığını sürdürebilir. Toplum dışı yaratıklar olarak doğan fertler, toplumun iyi-kötü, güzel-çirkin olarak sınıflandırdığı hareketleri benimsemez, kuralları kendinden menkul ya da başka toplumların değerlerine göre davranışlarını düzenlerse ister istemez içinde doğduğu topluma yabancılaşır ve bu fert için olduğu kadar toplum için de zararlıdır.
Türkçülerin toplum anlayışını, devletlerin ya da coğrafi hudutların belirlemediğini daha önce yazmıştık. Nitekim, Hüseyin Nihal Atsız da ‘ahlâkın meydana gelmesinde coğrafyanın tesiri yoktur’ diyerek, toplumun ve dolayısıyla toplumsal değerlerin coğrafyayla ilgisiz olduğunu belirtmiştir.
Ahlâk, coğrafyanın ya da devletin topluma uygun gördüğü kalıplara göre değil, milletin yüzyıllardan süzülüp gelen tecrübelerine göre şekil alır. Bir millet için askerlik, devletin zorunlu ihtiyacına cevap vermek için bir araç olabilir fakat Türklerde şerefli bir yaşam biçimidir. Bir millet için hırsızlık, adi suç olarak sınıflandırılabilir fakat Türkler, hırsızlığı basit bir huy olarak görmez.
Ahlâk, Türkler için milletin değerlerinin bütününü ifade eder. Fertler arasında kadın ya da erkek, küçük ya da büyük gibi ayrımlar yapmadan, milletin fertlerinin tamamını bağlar. Kadının sorumluluğunu kadına, erkeğin sorumluluğunu da erkeğe yükler; fakat ahlâk fertlerin değil milletin değeri olduğu için fertlerin sorumluluklarını milletin tamamı takip eder. Ceza ve ödüllendirme işine toplum memurdur.
Yazılı olan kurallar, devletlerin uygun gördüğü ve içinde kınama ya da beğenme şeklinde manevi değerler barındırmayan, çoğunlukla milli olmayan kurallardır. Toplumun ceza ve ödüllendirme şekilleri, Türklerde milli bir usûl yaratmış, maddi şekillerin yanında manevi şekiller de üretmiştir. Devletin yasaları, suç işleyen ferdi toplumdan sonsuza kadar dışlamayı içermez; oysaki bazı hareketler, ferdi sonsuza kadar toplumdan dışlanmaya götürebilir. Yazılı yasaların içinde genellikle ödüllendirme şekilleri de yoktur; oysa ki toplumun ahlâkı, ödüllendirme şekillerini de içerir. Saygı, çevrenin sevgi ve muhabbeti, yazılı yasalarla ferde verilemeyecek ödüllerdendir. Toplum bunu kendi değerlerine göre bir ferde verebilir.
İşte bu kontrol edilmesi, yazılı şekillere bağlanması ya da devletlerin sistemleriyle düzenlenmesi mümkün olmayan yasalara ahlâk diyoruz. Örf ya da töre şeklinde de tarif edilecek ya da birbiri içine geçmiş anlamlar ifade eden bu kıymetler bütünü, toplumların yani bizim anladığımız mânada milletin, yaşatılması ve canlı tutulması gereken bir unsurudur.
Ziya Gökalp’ın bu husustaki açıklaması eşsizdir:
‘Kanun karşısında ceza alması gereken bir kişi bazen, örfe göre tam tersine övülmesi gerekecek biri olabilir. Bazı durumlarda mahkemenin idam cezası verdiği bir kişiyi, kamu vicdanı yüce bir kişi olarak değerlendirir. Demek ki ahlâkın yaygın şekli, “ahlâksal örf” dediğimiz şeydir.’
Yine onun tarifiyle, yeni doğan fert toplum dışı bir yaratık olduğuna göre, onu toplumun bir parçası ve değerlerini de topluma uygun değerler yapmanın yolu, eğitim yani terbiyedir. Milli terbiye, ailelerin öğretmenlere, öğretmenlerin ailelere devredebileceği bir vazife savma meselesi olamaz. Toplumun, yani milletin devamlılığı için büyük önem arz eden böyle bir mesele, ailelerin ya da kurumların vicdanına terk edilebilecek bir şey değildir. Milletin kendisi, bunu denetleyecek konumda ve sorumlulukta olmalıdır. Yeni dönem, popstar kılıklı yazarların çok şikâyet ettiği, ‘mahalle baskısı’ bu konuda yararlı bir baskıdır.
Yeri gelmişken; bir takım etnik yığıntıların, kolonileşmek suretiyle yarattıkları mahalle baskısından hiç şikayetçi olmayan o tipitip yazarların, ahlâk konusunda hassas mahallelerin baskısını dillerine bu kadar dolamalarını, milli ahlâk düşmanı kuklalar olmalarına bağladığımızı da belirtmek isterim.
‘Kanun karşısında ceza alması gereken bir kişi bazen, örfe göre tam tersine övülmesi gerekecek biri olabilir. Bazı durumlarda mahkemenin idam cezası verdiği bir kişiyi, kamu vicdanı yüce bir kişi olarak değerlendirir. Demek ki ahlâkın yaygın şekli, “ahlâksal örf” dediğimiz şeydir.’
Yine onun tarifiyle, yeni doğan fert toplum dışı bir yaratık olduğuna göre, onu toplumun bir parçası ve değerlerini de topluma uygun değerler yapmanın yolu, eğitim yani terbiyedir. Milli terbiye, ailelerin öğretmenlere, öğretmenlerin ailelere devredebileceği bir vazife savma meselesi olamaz. Toplumun, yani milletin devamlılığı için büyük önem arz eden böyle bir mesele, ailelerin ya da kurumların vicdanına terk edilebilecek bir şey değildir. Milletin kendisi, bunu denetleyecek konumda ve sorumlulukta olmalıdır. Yeni dönem, popstar kılıklı yazarların çok şikâyet ettiği, ‘mahalle baskısı’ bu konuda yararlı bir baskıdır.
Yeri gelmişken; bir takım etnik yığıntıların, kolonileşmek suretiyle yarattıkları mahalle baskısından hiç şikayetçi olmayan o tipitip yazarların, ahlâk konusunda hassas mahallelerin baskısını dillerine bu kadar dolamalarını, milli ahlâk düşmanı kuklalar olmalarına bağladığımızı da belirtmek isterim.
Geçelim!
Milli eğitim, milli değerleri kutsal sayan toplumlarda, asosyal olarak doğan ferdin doğduğu andan itibaren başlar. Aile, bu eğitime zorunlu olarak memurdur. Bir dönemden sonra, ferdin sosyalleşmesi için aile, yeterli bir çevre sayılmaz. Okullar, işte bu noktada devreye girer. Bu andan itibaren, ferdin toplumun bir parçası haline getirilmesi, aileyle birlikte okulun yani devletin de vazifesi olur.
Toplum, bütün bu süreçte ‘denetleyen’ konumunda bulunmak zorundadır. Daha açık yazmak gerekirse; aile ve okul ferdin sosyalleşmesine, toplum da bu sürecin denetlenmesine memurdur.
Milli eğitim, milli değerleri kutsal sayan toplumlarda, asosyal olarak doğan ferdin doğduğu andan itibaren başlar. Aile, bu eğitime zorunlu olarak memurdur. Bir dönemden sonra, ferdin sosyalleşmesi için aile, yeterli bir çevre sayılmaz. Okullar, işte bu noktada devreye girer. Bu andan itibaren, ferdin toplumun bir parçası haline getirilmesi, aileyle birlikte okulun yani devletin de vazifesi olur.
Toplum, bütün bu süreçte ‘denetleyen’ konumunda bulunmak zorundadır. Daha açık yazmak gerekirse; aile ve okul ferdin sosyalleşmesine, toplum da bu sürecin denetlenmesine memurdur.
Cumhuriyetin ilk yıllarında, üzerinde hassasiyetle durulan
‘eğitimin birleştirilmesi’ çalışmaları, bu görev dağılımının ve ferdin topluma
kazandırılmasının başarılı bir örneğidir. Necmettin Hacıeminoğlu, Milliyetçi
Eğitim Sistemi adlı eserinde, bu konuda şu tespiti yapar:
‘Türkçülük, ülkücülük, istiklâl aşkı ve çağdaş medeniyete bağlılık duygularının canlı bir şekilde devam ettiği bu yıllarda, eğitimimizin ana gayesi ve felsefesi de o günkü ruhun geliştirilerek devam ettirilmesiydi. Her şeyin özünde Türk milliyetçiliği, Türk istiklâlinin ebediliği fikri vardı. Ümmetçi anlayıştan milliyetçi görüşe geçilmişti. Vaktiyle Süleyman Paşa, Ahmet Vefik Paşa, Rıza Nur, Ziya Gökalp, Mehmet Emin, Ömer Seyfettinlerin başlattığı, dilde, tarihte, edebiyat, sanat ve kültürde Türklüğe dönüş hareketi, cumhuriyet milli eğitiminin de asıl muhtevasını teşkil etmiştir. Buna, vatanın bölünmezliği fikri ile üstünlüğü münakaşasız kabul edilen, çağın ilim ve tekniğine ulaşma azmi eklenirse,1923-1938 milli eğitiminin çerçevesi çizilmiş olur.’
Hacıeminoğlu’nun tarifinde de görüleceği üzere, millete faydalı nesiller yetiştirilmesinin bir unsuru ileri tekniği öğretmek olduğu gibi, bir diğer ve önemli unsuru da milli değerlerle eğitim vermektir.
Hacıeminoğlu’nun yukarıda adını andığı, milli değer eğitmenlerinden Ziya Gökalp, bakın bu konuda ne diyor:
‘Her milletin milli harsı, ancak kendisi için eğitimin amacı olabilir. Türk çocuğu, Türk milletinin içinde yaşayacaksa, Türk milletinin harsına göre terbiye edilmelidir. Türk milleti yirminci yüzyılın içinde yaşıyorsa, harsı da yirminci yüzyıla ait bir hars demektir. O halde, Türk çocuğu bu harsa göre terbiye görürse çağdaş bir terbiye görmüş olur.’
‘Türkçülük, ülkücülük, istiklâl aşkı ve çağdaş medeniyete bağlılık duygularının canlı bir şekilde devam ettiği bu yıllarda, eğitimimizin ana gayesi ve felsefesi de o günkü ruhun geliştirilerek devam ettirilmesiydi. Her şeyin özünde Türk milliyetçiliği, Türk istiklâlinin ebediliği fikri vardı. Ümmetçi anlayıştan milliyetçi görüşe geçilmişti. Vaktiyle Süleyman Paşa, Ahmet Vefik Paşa, Rıza Nur, Ziya Gökalp, Mehmet Emin, Ömer Seyfettinlerin başlattığı, dilde, tarihte, edebiyat, sanat ve kültürde Türklüğe dönüş hareketi, cumhuriyet milli eğitiminin de asıl muhtevasını teşkil etmiştir. Buna, vatanın bölünmezliği fikri ile üstünlüğü münakaşasız kabul edilen, çağın ilim ve tekniğine ulaşma azmi eklenirse,1923-1938 milli eğitiminin çerçevesi çizilmiş olur.’
Hacıeminoğlu’nun tarifinde de görüleceği üzere, millete faydalı nesiller yetiştirilmesinin bir unsuru ileri tekniği öğretmek olduğu gibi, bir diğer ve önemli unsuru da milli değerlerle eğitim vermektir.
Hacıeminoğlu’nun yukarıda adını andığı, milli değer eğitmenlerinden Ziya Gökalp, bakın bu konuda ne diyor:
‘Her milletin milli harsı, ancak kendisi için eğitimin amacı olabilir. Türk çocuğu, Türk milletinin içinde yaşayacaksa, Türk milletinin harsına göre terbiye edilmelidir. Türk milleti yirminci yüzyılın içinde yaşıyorsa, harsı da yirminci yüzyıla ait bir hars demektir. O halde, Türk çocuğu bu harsa göre terbiye görürse çağdaş bir terbiye görmüş olur.’
Adına her ne denirse densin, örf, töre, ahlâk, hars ya da
her ne şekilde ifade edilirse edilsin, milli değerlerimizi ve yazılı olmayan
kurallarımızı barındıran toplum terbiyesi, Türk milleti var oldukça ya da var
olmak istedikçe eğitim sistemimizin vazgeçilmez parçası yapılmaya mecburdur.
Esir Türk yurtlarında kalan soydaşlarımızın, canına kast edilmediği durumlarda, örf, adet ya da ahlâkına hücum edilmesinin nedeni, o değerlerin milleti canlı, dolayısıyla millet olarak tutuyor olmasıdır.
Türk milletinin yaşadığı her çağa uygun olan ahlâk değerleri, kıskançlıkla üzerinde durulması gereken değerlerdir. Milleti bir arada tutmak ve fertleri toplumun parçası yapmak gibi özellikleri olan bu değerler, doğrudan saldırmaya cesaret edemeyen milli düşmanların öncelikli hedefidir.
Yolbaşçımız Hüseyin Nihal Atsız’ın tarif ettiği şekilde;
‘Türk gençleri, millete kötülük edenlerin tepelendiğini, büyüklere heykel dikildiğini görmelidir. Türk gençliği ata yadigârı olan sebillerde rakı satıldığını , sinemalarda şehvet uyandıran filimler gösterildiğini, sağlık koruma yeri olan plajlarda türlü kepâzelikler yapıldığını görmemelidir. Mefahiri inkâr eden, yalancı ülkülerin propagandasını yapan, aileyi baltalayan yazı, roman, makale okumamalıdır. Yoksa, yalnız telkin vermekle, öğüt vermekle iş bitmez. Millî ahlâkın mezbahası olan bar, meyhane, balo gibi yerler ve güzellik kraliçesi seçimi gibi rezaletler Türkiye’de yasak edilmelidir. Medeniyet bunlar değildir. Bunlar medeniyetin kanalizasyonlarıdır.’
Esir Türk yurtlarında kalan soydaşlarımızın, canına kast edilmediği durumlarda, örf, adet ya da ahlâkına hücum edilmesinin nedeni, o değerlerin milleti canlı, dolayısıyla millet olarak tutuyor olmasıdır.
Türk milletinin yaşadığı her çağa uygun olan ahlâk değerleri, kıskançlıkla üzerinde durulması gereken değerlerdir. Milleti bir arada tutmak ve fertleri toplumun parçası yapmak gibi özellikleri olan bu değerler, doğrudan saldırmaya cesaret edemeyen milli düşmanların öncelikli hedefidir.
Yolbaşçımız Hüseyin Nihal Atsız’ın tarif ettiği şekilde;
‘Türk gençleri, millete kötülük edenlerin tepelendiğini, büyüklere heykel dikildiğini görmelidir. Türk gençliği ata yadigârı olan sebillerde rakı satıldığını , sinemalarda şehvet uyandıran filimler gösterildiğini, sağlık koruma yeri olan plajlarda türlü kepâzelikler yapıldığını görmemelidir. Mefahiri inkâr eden, yalancı ülkülerin propagandasını yapan, aileyi baltalayan yazı, roman, makale okumamalıdır. Yoksa, yalnız telkin vermekle, öğüt vermekle iş bitmez. Millî ahlâkın mezbahası olan bar, meyhane, balo gibi yerler ve güzellik kraliçesi seçimi gibi rezaletler Türkiye’de yasak edilmelidir. Medeniyet bunlar değildir. Bunlar medeniyetin kanalizasyonlarıdır.’
Mili ahlâka yapılan yabancı saldırıların tamamı, medeniyet
kisvesi altında yapılır. Sinema filmleri, televizyon programları, internet
siteleri, gazete ve dergiler, reklamlar, şarkılar, giyim kuşam modaları, özetle
kitle iletişim araçlarının her türlüsü, bunları elinde bulunduran düşman
milletler tarafından, hedefteki milletin karakterini değiştirmeye yönelik
saldırıda silah olarak kullanılır. Öldürerek kurtulamadıkları milletleri,
değiştirerek kendilerine benzetmeye çalışmaları, mantıklı bir savaş şeklidir.
Bu saldırılarda hedef olmuş ve kendisini savunmayı becerememiş toplumlar,
aslını yaşatan taklitler bile değil, ucube mankurtlar yığınıdır!
Bizim ahlâkçılığımız yani ahlâk davamız, işte bu saldırılar
karşısında milletin korunması görevini üstlenmektir. Kendi milli değerlerinin
kutsallığını ve çağdaşlığını kanıksamış toplumlar, başka milletin avı olmaktan
kurtulur. Ayrıca belirtmekte fayda var ki; Türk ahlâkı ve kültürü, çağın
gereklerine cevap vermekle birlikte, gelecek çağlara da hitap edecek kadar
sağlam bir yapıdır. Türkçe de küfür kelimesi bulunmaması ve bugün kullanılan küfürlerin
tamamının Farsça olması buna örnektir.
Ziya Gökalp’in yıllar önce belirttiği medeniyet ve milliyet
ayrımı bu konuda örnektir:
‘Mevcut eğitimimizin fena sonuçlar vermesi, terbiyemizin konusunun milli hars olmasından değil, tam tersine beynelmilel medeniyetler olmasındandır. Eğitimde yapılacak doğru devrim, harsı bırakıp medeniyete doğru gitmek değil, medeniyeti bırakıp harsa doğru gitmek olarak belirlenebilir.’
‘Mevcut eğitimimizin fena sonuçlar vermesi, terbiyemizin konusunun milli hars olmasından değil, tam tersine beynelmilel medeniyetler olmasındandır. Eğitimde yapılacak doğru devrim, harsı bırakıp medeniyete doğru gitmek değil, medeniyeti bırakıp harsa doğru gitmek olarak belirlenebilir.’
Ziya Gökalp’ın bu değerlendirmesinin üstüne daha açık bir
ifadeyle yukarıda anlattıklarımızı özetleyen fikir, yani ahlâk davamızın
nüvesini oluşturan yargı yine Atsız’a aittir:
‘Şu tercüme kanunlar yerine millî örf ve ahlâkımızdan alınmış yasalar yapılsa, yani tam manasıyla milli olsak ne olur biliyor musunuz?
Yine dünyanın birinci milleti oluruz.’
‘Şu tercüme kanunlar yerine millî örf ve ahlâkımızdan alınmış yasalar yapılsa, yani tam manasıyla milli olsak ne olur biliyor musunuz?
Yine dünyanın birinci milleti oluruz.’
Sözlerimizin sonu, yakarışlarımızın ilkidir:
‘Türk Irkı Sağolsun’
‘Türk Irkı Sağolsun’
2011- Kömen 4. Sayı
Yorumlar
Yorum Gönder