Turancılık

BİZİM TURANCILIĞIMIZ |

Turancılık, -en basit anlamıyla- bütün Türklerin, Türk Eli’nde bütün olması ülküsüdür.
Türk’ün menfaatine olan her türlü fikre ve çabaya muhalif olanların düşmanlık ettiği bir fikir olduğu gibi, Türk’ün menfaatine çabaladığını iddia eden birçoklarının da düşmanlık ettiği bir fikirdir. Tarihte defalarca gerçekleşmiş oldu halde, kimilerine göre hayâl, birlikten kuvvet doğacağı çok açık olduğu halde kimilerine göre zarardır.
Türk düşmanlarının kâbusu olduğu gibi, kendinden başka dostu olmayan Türkler için de anlaşılması -ya da anlatması- zor bir ülküdür.
Biz Türkçüler, ülkülerimizi milletin menfaatine olan ya da ihtiyaçlarından doğan konulara göre belirliyoruz. Birkaç yüzyıllık zaman içinde, bazen aldatma, bazen yabancı fikir propagandaları, bazen zor kullanma, bazen işgal gibi yöntemlerle, bir babanın öz çocukları farklı soyadları alır gibi, Türk yurdunun parça parça olduğu aşikârdır. Hangi nedenlerle yapıldığı belli olmayan bir vatan taksimatıyla, işgal devletlerinin bir yurdu pay etmesi gibi, Türkler kendi elleriyle yurtlarını pay etmiş ve her biri kendi siyasi sınırının berisine kendince bir kutsallık atfetmiştir.
Asya’da Sovyetler, tabii nedenlerle kardeş olan Türkler arasına, sunî bahanelerle sınırlar çekmiş, ahlâksız bahanelerle aynı soyun insanlarına farklı soyadları vermiş.
Özbekistan’da üretilen pamuğun işletim tesisini Azerbaycan’da kurmuş, Yakutistan’dan talan ettiği elması Kazakistan’da işlemek uyanıklığını sergilemiş. Öz kardeşlerin malını, hariçten gelerek paylaştırmış, fakat hissenin büyüğünü kendisine saklamıştır.
Önce, bu kardeşlerin evini ayırmış, sonra da ‘birbirinizle geçinmek için önce benimle geçinmeniz lazım’ diyerek ayırdığı araya girmiştir.
Balkanlar’da, Anadolu’da, İran’da, Irak’ta, Sovyet işgalindeki Türk yurtlarında, farklı sistemlerin ve siyasi yapıların farklı kimliklerini taşıyan, aynı soyun evlatlarına farklı mensubiyetler uydurulmuş, topraklarının arasına sınırlar çekilmiş, hepsine ortak olmayan maziler uydurulmuştur.
Sovyetler Birliği dağıldıktan, Doğu Avrupa Batı’ya kaydıktan ve Asya’da sınırlar yaratıldıktan sonra, mazisi bir, soyu bir, babası bir kardeşler, birbirine küs komşular haline gelmiştir.
Nasıl düşüneceğini, yönetileceğini, hissedeceğini hatta giyineceğini Avrupa ya da Amerikalılara göre belirleyenler, Rusya’ya göre belirleyenler, Çin’e, İran’a, Irak’a göre belirleyenler, yolda görüşse tanışamayacak kardeşler olup çıkmışlar.
Dertlerin nedenleri doğru tespit edilmediği zaman, devaların bulunması imkânsız oluyor.
Yüzlerce milyon, hatta milyarla nüfusu bulunan ve çağın en ileri sistemleriyle savunma ve saldırma sanayisi teçhiz edilmiş düşmanları bulunan bir Türk Milleti’ni, yalnızca Anadolu’da yaşayan ve -sözde- hür bir ‘siyasi’ topluluk farz edenler, kafalarını kuma gömdüğü için arkasını muhafaza etmekten aciz bir fikrin mümessilleridir.
Bugün, kendi öz kardeşlerimizin yaşadığı, öz yurtlarımız uğruna girişilecek savaşları ‘çağın gerçeklerine aykırı’ görenler, Kore Savaşı’na davul zurnayla asker uğurladığımız çağı biliyorlar mı?
14 Mayıs 1950’de yapılan seçimlerde Demokrat Parti iktidara geçmiş ve iktidarda iki ayını bile doldurmadan Birleşmiş Milletler emrine verilerek Kore’ye gönderilecek askerlerimizin seçimleri başlamıştır. İki ay dolar dolmaz, 26 Temmuz 1950’de, meclisin onayı bile istenmeden, yalnızca Bakanlar Kurulu kararıyla ilk askerlerimiz Kore’ye, savaşın ortasına gönderildi. İki aylık iktidar içinde, bu kadar ciddi kararlar veren hükümetin çok acil çalışmalar içinde olduğu düşünülebilir; fakat ortada şartların getirdiği bir zorunluluk falan yoktur. Henüz seçimlerin olmasına 24 gün varken, 20 Nisan 1950’de, Amerikalı bir general, işgal kuvvetleri komutanı gibi ‘Türkiye gelecekteki bir savaşta batının çetin bir müttefiki olacak’ demişti.
Görüldüğü üzere, Amerika’nın planlarına harfiyen uyarak, Kore’de bir ölüm kalım savaşına atılabilen Anadolu Türklüğü, söz konusu olan öz kardeşlerinin, hatta bizzat kendisinin mukadderatı olunca, bir savaşa atılmakla hayalperest ya da faşist mi oluyor?
NATO, daha doğrusu o zamanki adıyla Kuzey Atlantik Paktı’na dahil olmak uğruna Kore’de savaşmak şartına razı olmuş bir hükümet seçilmişti Türkiye’de. Amerikalı senatör Mc Cain, ‘Türkiye’nin Kore Savaşı’na fiili surette yardımı Atlantik Paktı’na girmesini sağlayacaktır’ demiş ve Türkiye’yi yönetenler gerekli mesajı çok iyi almışlardı.
O gün, bu sömürgeci şımarıklığına ‘Demokrat’ sıfatıyla alkış tutanlar, bugün Turan’dan bahsedenleri hangi yüzle itham edebiliyor? Kuzey Atlantik denilen yer, işgal altındaki Türk Yurdu’ndan daha mı kutsaldır ki birinin uğruna Kore’de bile savaşılırken, diğeri uğrunda söz söylemek bile faşistlik sayılsın?
Bir zamanlar, kendi ayakları üstünde durmadıktan sonra özgür olamayacağını çok iyi bilen, buna göre idare edilen, buna göre mücadele eden bir devlet ve ona tamamen hâkim olan Türklüğün bir kesiri vardı. Gemilerle, ordularla gelen düşmanları denize boca etmiş; dört yöne dimdik bakabilen bir toplumduk. Bin yıllık denemeden sonra, o orduyla bu orduyu yenemeyeceğini anlayanlar, savaşın kurallarıyla oynadı. Maçın orta yerinde, sahayı, hakemi, kuralı değiştirdiler. Ordular değil diplomatlar dayandı sınırlarımıza; er meydanında değil masa başlarında görülür oldu işler. Silahlarının yerini yalanları aldı. Meydanda kazanan değil, demokratik olan haklı artık. Uğruna ölenlerin değil, insanların hakkı var artık her toprakta. Tabii yurdumuzun üstünde, ta’bi olmayan onlarca devlet türemiş durumda. Hepsinde de aynı ordunun işgalcileri hüküm sürüyor.
Doğu Türkistan, bütün dünya Türklüğünün ana yurdudur. Dünya nüfusunun dörtte biri; yani Çinliler tarafından işgal edilmiş haldedir. Doğu Türkistan’da binyıllardan gelen haklarımız, birkaç yıllık iddiaların gölgesinde kalmış durumda. Türk olmaktan doğan haklarımız için mücadele edilen vatanda, insan hakları çığırtkanları dolaşıyor şimdi. İnsan olmaktan kaynaklanan haklarla vatan müdafaası olabilir mi? İşgal eden de insan sayılacağına göre, katliam yapmadığı sürece işgalci olduğu gerçeğini görmezden mi geleceğiz? Mesele insanlık olduğunda, zorla Çince eğitim verilmesine nasıl itiraz edilebilir? Türkçe, insanî değil millî bir dildir.  Doğu Türkistan’daki meselelerimiz, millî olmaktan çıkarılıp, insanî zemine çekilirse, bütün insanların ölüm kalım mücadelesi olacak mı? Biz, Çin işgali bitip Amerikan hakimiyeti başlasın diye mi anayurt davası güdüyoruz?  Çinliler, oradaki kandaşlarımız ‘insan’ olduğu için katliam, baskı, soykırım yapmıyor. Türk olduğu için zulüm gören bir topluma, insan hakları adına yardım edilemez.
Merhum İsa Yusuf Alptekin, Doğu Türkistan davasını anlatmak için Türkiye’ye geldiğinde Kenan Evren iktidardaydı. Meseleyi dinledikten sonra, bahsi geçen toprakların ne tarafta olduğunu bilmediğini itiraf etmiştir. Hiçbir samimiyet kırıntısı görmeyen İsa Yusuf Beğ, Amerika’ya gittiğinde ise dışişlerinden randevu alması, Türkiye’dekinden kolay oldu. Kendisiyle görüşen memur, meseleye vakıf olduklarını; fakat gerekli şartların oluşmasını beklediklerini söylemişti. Amerikalıların, oluşmasını bekledikleri şartlar, meselenin kendi menfaatlerine kullanılabilir hale gelmesinden başka bir şey değildir! Bugün sürgün hükümetlere kucak açmaları, Doğu Türkistan radyolarına, derneklerine izin vermeleri yalnızca bu nedenledir. Amerikalıların, Uygurları sevdiğini, muhabbet beslediğini, Türklerin anayurt davasıyla dertlendiklerini kim iddia edebilir? Sürgündeki Doğu Türkistan Hükümeti Sözcüsü İsmail Cengiz, 5 Temmuz 2009’da yapılan katliamlarla ilgili Emin Pazarcı’yla yaptığı reportajda bu noktaya yürekli bir şekilde dikkat çekmişti. Batının amacının Çin’i stratejik olarak besleyen Doğu Türkistan kaynağını kurutmak olduğunu söyleyen Cengiz, ‘Ben, Amerika ve Batı turuncu devrim gerçekleştirecek diye masum insanların katledilmesine karşıyım’ diyebilme cesaretini göstermişti.
Sürgün hükümet sözcüsünün verdiği bilgilere göre, başları kesildikten sonra soyularak sokak ortasına atılmış 3 genç kız ve buna isyan ettiği için kurşuna dizilmiş onlarca genç var. Olaylar çığırından çıktıktan sonra kandaşlarımız için soykırım günleri başlıyor. Bu şartlar altında, Batılıların Çin’e karşı maymun gösterisi yapmasına çanak tutacak söylemler nasıl yapılabilir. Bir tarafta, Komünist Çin Devleti’nin atadığı, sözde Uygur Nur Bekri Çin’in Komünist Partisinin borazanlığını yapıyor; diğer tarafta demokrasi, insan hakları çığırtkanları Amerika’nın düdüğünü çalıyor. Türklerin ana yurdunda, katliama uğrayan Türklerin davasını güdecek kendileri gibi bir kuvvet yok mudur?
Elbette ki olamaz!
Türkler bile, bu katil sürüsünün düdüğünü çalarken, Turan denildiği anda Nazi subayı görmüş Yahudi çocuğu gibi hareketler yaparken, aralarına konulmuş uyduruk sınırlar yetmez gibi uyduruk fikirlerden sınırlar yaratırken nasıl olabilir?
22 Temmuz 1943 ‘te İslamoğlu Osman Batur, Doğu Türkistan’ı Rus ve Çinlilerden temizlemiş ve Altay Han’ı ilân edilmişti. Batur unvanını da Han unvanını da ona veren, milletin kendisidir! Dava arkadaşlarının tamamı savaşçıdır.  Zelebay Telci, Nurgocay Batur, Kâseyin Batır, Canım Han Hacı, Süleyman Batır, Musa Mergen Aktepe, Sulibay, Ökürbay , Nogaybay, Ahid Hacı, Halil Teyci, Karakul Zalin… bu dava adamlarından birkaçıdır. Osman Batur Han’ı 12 yaşından beri yetiştiren Altay Kazaklarının kahramanı Böke Batur’dur.
Bir de davanın bugünkü bayraktarlarına bakalım:
Binlerce Anne Hareketi’ni Çin’de kurup, kadın ve kızları iş hayatı için yetiştiren ve 1999’da tutuklanmadan önce Çin’in en zengin iş kadını... Sabah Gazetesi’nden Timur Kocaoğlu ile yaptığı söyleşide Çin Devleti’nin yardımıyla zengin edildiğini ve bu zenginliğinin propaganda amaçlı kullanıldığını söylüyor. Çin parlamentosunda milletvekilliği yapmış, Nobel Barış Ödülü adayı olmuş, ABD’nin başkenti Washington’da, Connecticut Avenue adlı geniş caddedeki 1025 numaralı binanın onuncu katında Uluslararası Uygur İnsan Hakları ve Demokrasi Vakfı başkanlığı yapıyor.
İşte fark budur. Osman Batur Han’ın düşmandan sığındığı yer kışın ortasında Gez Kurt Dağı, bugün sürgün hükümetin sığındığı yer Washington DC.’dir.
Biz, ne esir ve işgal altında bir anayurt, ne Amerikan oyuncağı olmuş bir Uyguristan ne de bağımsız bir Doğu Türkistan istiyoruz!
Biz ana yurttan ata yurda, Pazarcık’tan Urumçi’ye kadar birleşik ve bağımsız bir Türk Yurdu istiyoruz.
Özbekistan’da da durum aynıdır. Mevcut iktidarı elinde tutan İslam Kerimov, aslen Tacik olduğunu bağıra bağıra tekrar eden, Sovyetler Birliği döneminin Komünist Parti başkanı, daha o dönemlerde yolsuzluk ve rüşvetten hapis yatmış, Amerika’nın o bölgede üsler kurmasını ilk sağlayan adamdır. Onun karşısında muhalefet lideri olarak, Muhammed Salih’ten etkili kimse yok. Birkaç radikal İslamcı lider varsa da Kerimov’un birkaç günlük operasyonuyla hayatları son buluyor.
Muhammed Salih, Ziya Gök Alp’ın Türkçülüğün Esasları adlı kitabını Özbekistan Türkçesine çeviren ilk adamdır. Çevirdiği eseler arasında, Dede Korkut Kitabı, Yunus Emre Divanı dahi bulunur. Özbekistan Bağımsızlık bildirisini bizzat yazmış ve muhalif Erk Hareketi’ni kurup yönetmiş fakat 2005 yılında ABD’de ‘Özbekistan Rejim Muhaliflerinin Lideri’ seçilmiştir. Halen Avrupa’da sürgün hayatı yaşamaktadır. Radyo Free Liberty adlı radyo, Belçika’da bulunmasına rağmen Amerika’nın sesi olarak bilinir. Orada yaptığı konuşmalarda da demokrasiden, insan haklarından vazgeçmedi fakat Özbekistan Türklüğünün derdinin başındaki adamın Tacik olmasından kaynaklandığı gerçeğini dile getiremedi.
ABD`nin başkenti Washington`da Carnegie Enstitüsü`nde, 2006 yılında yaptığı bir konuşmada Amerikan senatosu üyelerinin sorularını yanıtlarken ‘Özbek halkı da Türk halkı gibi benzer karakteristikler taşıyor’ dediğinde, acaba özünü mü hatırladı diye sevinecektik; fakat konuşmanın kalanında sürekli ‘Biz Batı`dan bizi desteklediklerine dair resmî açıklama yapmasını istiyoruz’ diye ha bire gevelediği için umutlarımız kursağımızda kaldı.
Aynı konuşmasında, içinde bulunduğu durumun farkında olduğunu çok güzel ifade eden cümleler de kullanmıştı: ‘biz demokratik prensipleri Batı`ya benzemek için değil, halkımızın yararına olduğunu düşündüğümüz için destekliyoruz.’
Kerimov ya da Salih’in asla anlayamayacağını, Amerikalı senatörlerin asla hoşuna gitmeyeceğini bildiğimiz asıl gerçek şudur:
Biz, demokratik ya da özgür ya da Amerikan Üslerine açık ya da komünist bir Tacik tarafından yönetilen bir Özbekistan istemiyoruz.  Fergana’dan Ankara’ya kadar, Türk kimliğinden başka belgeye ihtiyaç duymadan gezilebilen bir Türk yurdu istiyoruz.
Azerbaycan’da durum daha karışıktır. Bedelini ödeyerek, sonuna kadar hak edilmiş Türk yurdudur orası. Halk Cephesi, başında merhum Elçibey’le Sovyetleri oradan söküp atmıştır. Bozkurtlar Azatlığa, Azatlık Meydanı bozkurtlara kavuşmuştur; fakat Ermenilerin Karabağ’ı işgali sırasında Haydar Aliyev’in muhalefeti ülkeyi, daha önemlisi toplumu parça parça etmiştir. Toplumun parçalanması, vatanın parçalanmasına neden olmuş, Halk Cephesi yanlısı olduğu ithamıyla, hem de savaş esnasında 33 tümen dağıtılmış, yapılan fitnenin bedeli çok acı sonuçlarla millete ödetilmiştir.
Biz; merhum Elçibey’e olan muhabbetimizden dolayı, yıllarca Halk Cephesi’ni, dolayısıyla, Elçibey’in sağ kolu makamını daha 28 yaşındayken hak etmiş Ali Kerimli’yi Azerbaycan için kurtuluş olarak gördük. İsa Gamber ve Müsavat Partisi de Aliyev hanedanına muhalif olduğu için Azatlık Bloğu, bizim nazarımızda kendi tarafımızdı. Bu bloğa son katılan Demokrat Parti bizim açımızdan, adı gibi yabancı bir partidir. Soros vakıflarının maddi desteğiyle açılan Demokrasi Enstitüsü, girdikleri her ülke gibi Azerbaycan’a büyük zararlar vermek için yeterlidir. Bu kadronun, yığılışlarda Bush resmi taşıdığını gördüğümüz an, bütün şüphelerimizi samimi hislerimize kurban etmeyi bıraktığımız andı. Sürekli olarak, ABD düşünce kuruluşlarından davet almalarını, destek görmelerini, aralarındaki iyi ilişkileri koz olarak kullanmaları hiçbir vicdanın görmezden geleceği şeyler değil. Sürekli olarak muhalefet ettikleri, baskıyla suçladıkları ve çoğunlukla haklı oldukları Aliyev hanedanının iki numaralı adamı, yani Aliyev darbesinin ardından meclis başkanlığı koltuğuna oturmuş Resûl Guliyev’le, bugün aynı saflarda olmaları da kendileri için utanç verici olmalı. Bütün bunlar olurken, Haydar Aliyev Koçeryan’la 16 kez, İlham Aliyev Karabağ’ı işgal edenlerle sayısız kez görüşmüş, giden yurt geri gelmemiş; şaşıran milletin derdi de demokrasi olmuştur! Soros vakıflarından sonra, partileri, daha sonra Katolik kiliseleri bu kadim Türk yurduna hücum etmiştir. Meseleyi derinlemesine incelemek bu yazı çerçevesinde pek mümkün değil fakat; Sabir Rüstemhanlı’nın lideri olduğu Vatandaş Hemreyliği Partisi bütün bu tarafların dışında kalarak takdire şayan bir tavır sergiliyor. Ayrıca; Sabir Rüstemhanlı Beğ’in bu meseleyi ele alış şekli de mükemmel.
Sabir Beğ diyor ki; ‘Onlar, bizim ülkemize insan hakları getireceklerini söyleyeceklerine, öncelikle insan haklarını bozarak Azerbaycan topraklarını işgal eden ve milyonlarca Azerbaycanlıyı evsiz barksız, topraksız bırakan, Karabağ’da etnik temizlik yapan Ermenistan’a gitsinler. Önce bu sorunu çözsünler, sonra el birliği ile Azerbaycan’a insan hakları ve demokrasi getiririz.’
Kırgızistan, dünya üzerinde hem Rus hem Amerikan üssünün aynı anda bulunduğu tek ülkedir. Sovyetler Birliği döneminde aynı soydan oldukları Kazaklardan ayrı bir ad kabul ettirilene kadar Kara Kırgız olarak adlandırıldılar.1991 yılında yapılan bir referandumda, %88 oranında bir oyla Rusya’dan ayrılmak istemediler; fakat aynı yıl %95 oyla Asker Akayev’i cumhurbaşkanı olarak seçtiler. Akayev liberal bir siyasetçidir. Şu anda Ankara’da yaşamaktadır.2005 yılında Kurmanbek Bakıyev ve Feliks Kulov tarafından Lale Devrimi adında, Amerikan destekli bir hareketle devrilmiştir.; fakat Amerika’nın girdiği her coğrafyada olduğu gibi suikastlar, cinayetler bitmemiş. 6 Nisan 2010’da başlayan isyanla, mevcut iktidarın Dışişleri Bakanı Roza Otunbayeva, iktidara geçmiştir. Bundan sonra kitle saldırıları, önce Ahıskalı Türklere, sonra Özbekistanlı Türklere yönelmiş, hükümet Rusya’dan işgal talep edecek kadar aşağılık hareketlere girişmiştir. İki işgalci gücün üssü bulunan bu ülkede, sadece Türkler Türklere saldırmış; akan kan aynı damardan çıkmıştır. İşte bu resimden de çok rahat anlaşılacağı üzere, bölgenin en demokratik ülkesi Kırgızistan’dır. Jogorku Keneş adlı mecliste, muhalefetin temsil edildiği tek bölge ülkesi orasıdır. %65’ini Tanrı Dağları’nın kapladığı bu Türk Yurdunda, bugün Amerika’nın ve diğer emperyalistlerin borusu öttüğü için akan kanın durması pek mümkün değildir.
Kazakistan, Türk yurdunun en büyük parçasıdır! Bay Konur hava üssü gibi sayısız stratejik noktaya hakimdir. Sovyetler Birliği döneminde, önce Kırgızistan Sovyeti olarak adlandırılmış, daha sonra ayrımı daha derinleştirmek için Kazakistan Sovyeti denilmiştir. Doğu Avrupa’nın tamamından daha büyüktür. Kazakistan’da 10 siyasi parti, muhalefet etmekte serbest şekilde faaliyet yürütüyor. Helsinki Grubu ve Transparency İnternational gibi demokrasi misyoneri örgütler de bu ülkede faaliyetlerini diğer tüm ülkelerde olduğu gibi sinsice ve kan emici ülkeler hesabına devam ettirmektedir.
Kazakistan’ın, bizdeki Avrupa Birliği çilesine benzer bir AGİT başkanlığı mücadelesi vardır. Nur Sultan Nazarbayev, Amerika’nın tek başına ve yıllarca süren muhalefetine rağmen bu başkanlığı almayı becermiştir. Dönem başkanlığını devrettiği esnada, hazır bulunan bütün dünya liderlerinin övgülerini kazanmıştır. Kazakistan’ın AGİT dönem başkanı olmasıyla birlikte Nazarbayev, Amerika’nın Afganistan’dan ve bölgeden çekilmesini istemiş; İslam Kerimov da dahil çok sayıda liderin sesi ancak bundan sonra çıkmıştır.
TBMM’de yaptığı bir konuşma dikkatimizden kaçmadı:
Kazakistan’ın inisiyatifi ile geçen yıl çalışmasına başlayan Türkçe konuşan devletlerin Parlamenterler Asamblesi ve Aksakallar Konseyi’nin devamı olarak, bizler yakın zamanda Nahcivan'da gerçekleşen zirvede Türk Dili Konuşan Devletler İşbirliği Konseyi’ni, kısaca Türk Konseyinin kurulmasıyla İlgili anlaşmayı imzaladık. Netice itibarıyla, yüce Atatürk’ün asil ülküsü, Turar Riskulov ve Mustafa Çokay gibi Türklerin birliğini sağlamaya hayatlarını adayan bütün aydınlarımızın idealleri gerçekleşme yolundadır. Bizim ulu ecdatlarımız Altaylar’dan Akdeniz’e kadar geniş bozkırlara hükmetti. İlk defa dünyaya örnek olan ortak kubbe – keçe evi, bundan başka demiri, pantolonu, ok ve yayı, ayakkabı ve topuğunu, üzengiyi icat ettiler. Bize unutulmaz kahramanlık destanları ve birçok manevi hazineler bırakmışlardır. Tüm bunları dünyaya anlatma zamanının artık geldiğini düşünüyorum’ diyebilecek başka bir liderin, bizim meclisimizden çıkması hayaldir.
Türkmenistan, S. Murat Türkmenbaşı döneminde, Azerbaycan’la olan Hazar Havzası ve ülkesinin Azerbaycan’dan alacaklarındaki anlaşmazlıklar konusunda batı ülkelerinin arabulucuğunu reddederek ve gerekirse alacaklarından vaz geçebileceğini duyurarak üstünde kurulduğu toprakların ruhunu koruduğunu göstermiştir. Türkmenbaşı’nın, hayatı boyunca yakasına kene gibi yapışan, insan hakları, demokrasi, çağdaşlık keneleri, ölümüyle birlikte bayram yapmış olacaklar ki Gurbanguli Berdimuhammedov başa geldiğinden beri etrafından ayrılmıyorlar. Ayrıca; Berdimuhammedov’un sürekli reform sözü veren siyaset anlayışı da Türkmenistan’ın yarınları için iç açıcı gelişmeler değil.
Bütün Türk yurdunda, en çok çalışan, faaliyet gösteren, para harcayan güçlerin, Rusya-Amerika-Çin gibi ezeli düşmanların beşinci kolları olduğu gerçeğini görmeden, birleşik ve bağımsız bir Türk yurdundan söz edilemez. Dün haçlı seferi düzenleyenlerin, bugün demokrasi seferi düzenledikleri aşikârdır. Düşmanın dini değişti diye düşmanlığı bitecek sanılmasın.
Bu yazı yazıldığı esnada, Doğu Türkistan’dan katliam haberleri gelmeye devam ediyordu. Kırım Sürgün Hükümeti, Doğu Türkistan Sürgün Hükümeti, Güney Azerbaycan davasının demokrasi aşığı lideri Mahmut Çöhregani, Özbekistan sürgün lideri Muhammed Salih halâ Amerika’dan, onların cümleleriyle konuşmaya devam ediyorlar. Azerbaycan’da siyasetçiler, demokrasi üzerinden kavga ederken, Karabağ’da 600 Türk kadını, tam şu anda esirdir ve gördükleri zulmü yazmaya, kalan birazcık arım müsaade etmiyor. Yakutistan, Kabardina Balkarya, Tuva, Hakasya, Kırım, Ahıska, Başkurdistan, Çuvaşistan, Batı Trakya, Pazarcık, Kırcaali, Deliorman, Kerkük, Musul, Borçalı, Afganistan Hazar Türkleri, Uygurlar şu anda hala esirdir.
Bizim, düne kadar esir Türkler davamız vardı. Onları kurtarmak için girişilecek bir savaşta ölmeyi şeref, ölenleri şehit sayıyorduk. Bugün, bunlardan bahsetmek demokrasiye aykırı.
Özgür saydığımız Türkiye’de, esir kandaşlarımızın davasını gütmek, faşistlik sayılıyor.
Esir Türkler davası için uzak coğrafyalara gitmekten kaçtık hep; fakat o dava artık evimizin kapısını açtığımız anda karşımızdadır.
Doğu Türkistan silahlı direnişinin liderlerinden Abdülhak, Amerika tarafından uçakla vurularak öldürüldü. Şimdi Amerika’dan aynı davayı güdenler, insan hakları adına bunu eleştirsinler. Ondan önce, Doğu Türkistan İslami Hareketi’nin lideri olan Hasan Mahsun da Pakistan istihbaratı tarafından öldürülmüştü. Amerika’nın tanıdığı özgürlük mücadelesi, yalnızca kendi menfaatine hizmet edenlerdir.
Türkiye dahil, bütün dünya Türklüğü, Türk olmaktan başka nedenlerle vatan müdafaası yaptığını sandığı sürece, esir Türkler davası, bütün Türkler için ölüm kalım meselesi olmaya devam edecek! Susana ihtiram, konuşana katliam bu milletin kaderi olamaz!
Bizim Turancılığımız, Turan’dan başka yemlerle, çerez devletlerle, uyduruk özgürlüklerle susturulamaz.
2011- Kömen 2. sayı

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

SİNAN

ERDOĞAN'A AÇIK MEKTUP

İlk Kan: Ali Balseven