Harikalar Diyarı
HARİKALAR DİYARI |
Aidiyet, vatandaşlık, üst kimlik, uyruk meseleleri bu
coğrafyada 19. yy’a kadar konuşulmamış şeylerdi. Batının yamyam milletleri, her
şeyden önce ‘medeniyet’ kelimesini
icat etti. Bu icattan sonra savaş meydanlarında öldürdükleri insanları masa
başlarında paylaşmanın yöntemlerini konuşmaya, bu yamyam taksimatının
usullerini geliştirmeye başladılar.
Bizim topraklarımızda aidiyet meselelerinin, toplumu
tanımlama şekillerinin, toplumun kendisini tanımlama şekillerinin konuşulmaya
başlaması en son olarak, Türk soyundan gelenlerde itibar gördü. Etnik ya da
dinî azınlıklar, Türklere karşı her zaman bir şuur uyanıklığı ve millî kin
sakladıkları için, onların yapması gereken ‘sadece’
bu uyanıklıklarını kâğıda dökmek ve imzaya bağlamaktan ibaretti. 19.yy.
Türkiye’sinde, toplumun devlet nazarındaki yeri ‘reaya’, ‘tebaa’ gibi
kelimelerle ifade ediliyordu.
Çin, Hint, Pers kaynaklarında Orta Asya Türk toplulukları için kolektif olarak ve toplumun her kesimini ifade edecek şekilde ‘Türk’ kelimesi kullanılıyordu. Osmanlı’da ise bu kelime, o anlamını yitirmiş, toplumun bir kesiri için kullanılmış, özellikle de göçer, köylü, kaba ve cahil sıfatlarının karşılığı olarak kıymetten düşürülecek şekilde ifade edilmiştir. Osmanlı’nın, imparatorluk toplumunu düzenleme çalışmalarının ilk aşamasında İttihad-ı İslam ya da İttihad-ı millet anlayışı değil; İttihad-ı anasır zihniyeti hâkim olmuştur. Bütün etnik, dinî, coğrafî farklılıkları Osmanlı hanedanı çatısı altında, birbiriyle eşit tutma mücadelesi, Fransız İhtilalinin estirdiği rüzgâra dayanamayacak kadar kof bir fikirdi.
-Tanzimat Dönemi-
1839 tarihli Tanzimat Fermanı, Osmanlı için tebaadan
vatandaşlığa doğru ilk dönüşüm çalışmasıdır. Zaten Rusya ve Avrupa ülkelerinden
destek görmekte olan Hristiyan azınlıklar, bu fermanla başkaca ayrıcalıklar da
kazanmış oldular. Yabancı devletlerin kışkırtmalarına karşı bir hamle yapmaya
ve hain evlatlarının başını okşamaya çalışan Osmanlı, başını içinden
çıkılamayacak yeni bir belaya sokmuş oldu. Türkler açısından, şuur uyanıklığı
doğurması nedeniyle faydalı bir dönem oldu. Askerlikte, vergide, yasal haklarda
ayrıcalıklı toplumların, şımarık etnik
unsurlar olduğunu anlamamız bu döneme denk geldi. Bir yandan düşman devletler
tarafından desteklenen etnik unsurların, bir yandan da Osmanlı Devleti
nazarında ayrıcalıklı duruma getirilmesi, hain unsurlar sürekli zenginleşirken
hem kan hem mal vergisinin Türklere kesilmesi milli şuuru -geç de olsa-
uyandıran bir etken oldu.
-Islahat Fermanı-
1856 tarihli Islahat Fermanı, ıslahattan başka her işe
yaradı. Osmanlı idaresi, gayri-müslim adını taktığı hain tebaasına, az hakkı
varmış gibi 3 reform daha vadetti:
Birincisi vilayet ve belediye meclislerinde yer vermek, ikincisi Ahkâm-ı Adliye’ye üye almak, üçüncüsü bu hainlerin millet örgütlerinde din adamlarından başka, sivillerinde bulunması hakkı tanınmasıdır. Koca imparatorluk, bu azgın ve hain milletleri böyle rüşvetlerle yola getireceğini sanarken, en büyük darbeyi kendi elleriyle verdiği haklar sayesinde yedi. 1856’da yeni haklarını da kazanan çapulcu sürüleri peşi sıra isyan bayrağı açtılar. 1863’te Ermeni Milleti Nizamnamesi, 1867’de ile ilk hainler manifestolarını yayınladılar. Arapların da Fransız ve İngilizlerle fingirdeşmesine şahit olan Türkler, bu tarihlerde kendi isyan bayraklarını ve manifestolarını yazmaya başladılar. Meşrutiyet ve cumhuriyet gibi kelimeler, işte bu şartlar altında kullanılmaya ve dile getirilmeye başlandı. Aynı dönemde, heyet-i ictimaiyye, heyet-i mecmua gibi, birleştirici ve bütünleştirici olacağı sanılan uydurma tabirler yaratıldı. Osmanlılık gibi, geleneksel kökleri koparılmış aidiyetler uydurulduysa da beş para etmedi. Devleti kurtarmak ya da güçlendirmek için kurumların güçlendirilmesini, batının adet ve usullerinin maymun gibi taklit edilmesini çare olarak görenler, her denemede karşılarında Arap, Ermeni, Arnavut gibi yeni yeni sorunlar buldular.
Birincisi vilayet ve belediye meclislerinde yer vermek, ikincisi Ahkâm-ı Adliye’ye üye almak, üçüncüsü bu hainlerin millet örgütlerinde din adamlarından başka, sivillerinde bulunması hakkı tanınmasıdır. Koca imparatorluk, bu azgın ve hain milletleri böyle rüşvetlerle yola getireceğini sanarken, en büyük darbeyi kendi elleriyle verdiği haklar sayesinde yedi. 1856’da yeni haklarını da kazanan çapulcu sürüleri peşi sıra isyan bayrağı açtılar. 1863’te Ermeni Milleti Nizamnamesi, 1867’de ile ilk hainler manifestolarını yayınladılar. Arapların da Fransız ve İngilizlerle fingirdeşmesine şahit olan Türkler, bu tarihlerde kendi isyan bayraklarını ve manifestolarını yazmaya başladılar. Meşrutiyet ve cumhuriyet gibi kelimeler, işte bu şartlar altında kullanılmaya ve dile getirilmeye başlandı. Aynı dönemde, heyet-i ictimaiyye, heyet-i mecmua gibi, birleştirici ve bütünleştirici olacağı sanılan uydurma tabirler yaratıldı. Osmanlılık gibi, geleneksel kökleri koparılmış aidiyetler uydurulduysa da beş para etmedi. Devleti kurtarmak ya da güçlendirmek için kurumların güçlendirilmesini, batının adet ve usullerinin maymun gibi taklit edilmesini çare olarak görenler, her denemede karşılarında Arap, Ermeni, Arnavut gibi yeni yeni sorunlar buldular.
1869 tarihli Tabiiyet-i
Osmaniye Kanunnamesi, yabancı devlet elçileri tarafından kışkırtılan ve
himaye edilen etnik unsurların durumuna bir çare bulmak amacıyla ve yine taklit
yoluyla, 1851 Fransız Kanunnamesinden
kopyalayarak yazılmıştır. Bu kanunname, Müslüman olan ya da olmayan bütün
tebaayı, Osmanlılık uyruğunda toplamayı ve isyanların önüne geçmeyi hedefleyen
bir girişimdir. Ana-babası ya da sadece babası Osmanlı tebaası olan bir kişiyi
Osmanlı uyruğundan sayan bu kanunname, Osmanlı Devleti sınırları içinde yaşayan
herkesi ‘Osmanlı’ kabul ederek de
bugün geçerli olan toprağa ve coğrafyaya göre vatandaşlık tanımının temeli
olmuştur.
-Meşrutiyet Dönemi-
Tabiiyet-i Osmaniye Kanunnamesi, 1876 tarihli Kanun-i
Esasî’de ‘Teba-i Devlet-i Osmaniye’nin
Hukuk-i Umumiyesi’ adıyla yeniden düzenlendi ve Osmanlı uyruklu olmanın
tanımını daha geniş olarak yapmaya çalıştı. Kanun-i Esasî’nin ilk 7
maddesindeki genel hükümlerden sonra 8. madde ‘Osmanlı Devleti tabiiyetinde
bulunan herkesin, hangi din ve mezhepten olursa olsun Osmanlı tabir edileceği’
hükmünü koyuyor, 9. ve 10. maddeler de bu tabiiyetin tarifine ayrılıyordu.
Bunlar, cumhuriyet Türkiye’sinin vatandaşlık tanımına bire bir uyuyordu. Bu
kanunu hazırlayan Mithat Paşa da Alman federal sistemini taklit etmeye
çalışıyordu. Bir taklitten başka bir taklide, bir kargaşadan başka bir
kargaşaya geçişimiz bu şekilde oldu.
Bu dönem siyasi ve toplumsal karışıklıkların zirve noktasına
ulaştığı dönemdir. Farklı etnik unsurlardan, milyonlarca Müslümanın Osmanlı
Devleti’ne göç ettiği, bir orta sınıfın oluştuğu, modern eğitim kurumlarından
mezun olan bir neslin, mevcut elit ve seçkinlerin yerine geçmek, yani sınıf
atlamak için mücadele ettiği bir dönem oldu. Osmanlıcılık, İslamcılık,
Türkçülük fikirleri bu dönemde birbirleriyle mücadele etmeye ve sınırlarını
belirlemeye başlamıştır.
İkinci Meşrutiyet’in ilanı ve Abdülhamit Han’ın tahttan
indirilmesi, Osmanlı topraklarında çözümlerin değil, yeni sorunların doğmasına
neden oldu. İttihat ve Terakki Partisi’nin hakimiyet dönemi sayılacak bu
dönemde, parti-parlamento tartışmalarını, devletin merkezî mi, federal şekilde
mi yönetileceği kavgaları takip etti. Osmanlılık altında dil, din ayırmadan
eşitliği savunan Osmanlıcılık,
batılılaşmaya muhalif olarak ve İslam birliğini savunan İslamcılık ve Türk milliyetçiliğini temel almayı savunan Türkçülük, Türkler arasında
tartışıladursun, etnik hainler çoktan kendi yollarında her fırsatı
değerlendirme yarışını bitirmişlerdi.
-Cumhuriyet Devri-
Balkan Harbi, Birinci Dünya Savaşı ve sonunda Kurtuluş
Savaşı, sağdan soldan devşirilmiş, tercüme edilmiş, uyarlanmış yasalarla ve
farazî kabullerle milletlerin kimliklerini inkâr etmediklerini ve Türklüğün
bütün dünyanın hedef tahtasındaki tek av olduğunu göstermiş oldu. İslam ya da
Osmanlılık adı altında, yediği kaba tükürmüş etnik yanaşmaların idare edilemeyeceği,
milliyet gerçeğini inkâr etmenin nelere mal olduğu; Türklüğün son nefesini
vermek üzere olduğu anda ancak anlaşılabildi. Diğer davaların adamları bir bir
izini tozuna karıştırarak ortadan kaybolurken ya da ihanet cephesine biat
ederken, milletin tek kurtarıcısı olarak geriye Türk milliyetçiliği ve Türk
milliyetçileri kalmıştır. İşgal ve katliam dönemindeki direnişin adı Kuvva-i
Milliye, kurulan direniş meclisinin adı Büyük Millet Meclisi, direnenlerin
dünya gözündeki genel adı ‘milliciler’
olmuş ve Türklüğü dünkü Osmanlı reayası, din kardeşleri, batılı yamyamların el
birliğiyle soktukları komadan, işte bu milliciler çıkartabilmiştir.
-1924 Anayasası-
‘Türkiye Devleti, Cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, lâik ve
inkılâpçıdır. Resmî dili Türkçedir. Makam Ankara şehridir’ diyen 2.
maddesiyle; 1924 anayasası milliyetçiliğin ilk defa resmen hüküm bulduğu önemli
bir gelişme oldu.
‘Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle
<Türk> ıtlak olunur. Türkiye’de veya hariçte bir Türk babanın sulbünden
doğan veyahut Türkiye’de mütemekkin bir ecnebi babanın sulbünden Türkiye’de
doğup da memleket dâhilinde ikamet ve sinni rüşte vusulünde resmen Türklüğü
ihtiyar eden veyahut Vatandaşlık Kanunu mucibince Türklüğe kabul olunan herkes
Türk’tür. Türklük sıfatı kanunen muayyen olan ahvalde izale edilir’
diyen 88. maddesinde, 2. maddede bahsi geçen milliyetçilikten ve milletten
anlaşılan şeyin de Türklükle değil ülkenin siyasi sınırlarıyla alâkalı olduğu
açıklanmış oldu. Osmanlı’nın sonunu geciktirmekten bile aciz kalmış Tabiiyet-i
Osmaniye Kanunnamesinin, tıpkısı bu sefer genç cumhuriyet için temel kabul
edilmiş oldu. Bu ilk anayasanın tartışıldığı esnada bile bugün de devam eden
tartışmalar yaşanmıştı. Dersim mebusu Feridun Fikri ve Ahmet Hamdi, ‘Türkiye
ahalisinden’ kelimelerinden sonra ‘vatandaşlık itibariyle’ diye bir
şerh konulmasını teklif ettiler ve kabul de edildi. Konya Milletvekili Naim
Hazım, ‘Türk’ kelimesi yerine ‘Türkiyeli’ kelimesi kullanılmasında
ısrar etti fakat kabul edilmedi. İtiraz ve ısrarların sonunda Türk kelimesi,
bir milleti değil bir siyasi sınır içinde yaşayan iki eli ve ayağı olan bütün
canlılar için, özellikle de hiçbir sıfatı olmayanlar için sıfat olarak bu
anayasada anca yer bulabildi. Tabiiyet-i Osmaniye Kanunnamesi, aynı şekliyle 5
yıl boyunca cumhuriyet anayasasında yer aldı ve sonunda yerini 23 Mayıs 1928
tarihli Türk Vatandaşlığı Kanunnamesi’ne
bıraktı.
-1961 Anayasası-
27 Mayıs 1960 Darbesinden sonra, kendisine Millî Birlik Komitesi adını veren darbe
heyeti, yaptıkları hareketten silinemez izler bırakmak için yeni bir anayasa
hazırlama işine giriştiler. Darbeyi yapan heyet, adının başına ‘millî’ sıfatını koyarak işe girişmişse
de ortaya koydukları eser ve iktidarları döneminin icraatları, millet ve milliyet
kelimelerinden ne anladıklarını ya da neyi anlamadıklarını açıkça ortaya
koyacak nitelikteydi. 1961 Anayasası’nın da en büyük sorunu, milletin ve
vatandaşlığın tarif edilmesi meselesi oldu. Cemal Gürsel, yeni anayasaya
ısrarla ‘milliyetçilik’ tanımının
konulmasını istediyse de 204 vekilden 84’ü kabul, 108’i red, 12’si çekimser oy
verince 2. maddeye konulması teklif edilen milliyetçilik umdesi de kökten
reddedilmiş oldu. Karma Komisyon’a havale edilen reddedilmiş teklif için,
görüşmeler sonunda ‘milli devlet’ tanımının kullanılması daha uygun görülmüş;
bu anayasanın giriş kısmındaki devlet tarifinde de yeni sistemin ne menem bir
millilik arz ettiği gösterilmiştir:
‘Bütün fertlerini, kaderde, kıvançta ve tasada ortak, bölünmez bir bütün halinde, milli şuur ve ülküler etrafında toplayan ve milletimizi, dünya milletleri ailesinin eşit haklara sahip şerefli bir üyesi olarak mili birlik ruhu içinde daima yüceltmeyi amaç bilen Türk milliyetçiliğinden hız ve ilham alarak ve Yurtta sulh cihanda sulh ilkesinin, Milli Mücadele ruhunun, millet egemenliğinin, Atatürk devrimlerine bağlılığın tam şuuruna sahip olarak ; insan hak ve hürriyetlerini, milli dayanışmayı, sosyal adaleti, ferdin ve toplumun huzur ve refahını gerçekleştirmeyi ve teminat altına almayı mümkün kılacak demokratik hukuk devletini...’ vs. vs.
‘Bütün fertlerini, kaderde, kıvançta ve tasada ortak, bölünmez bir bütün halinde, milli şuur ve ülküler etrafında toplayan ve milletimizi, dünya milletleri ailesinin eşit haklara sahip şerefli bir üyesi olarak mili birlik ruhu içinde daima yüceltmeyi amaç bilen Türk milliyetçiliğinden hız ve ilham alarak ve Yurtta sulh cihanda sulh ilkesinin, Milli Mücadele ruhunun, millet egemenliğinin, Atatürk devrimlerine bağlılığın tam şuuruna sahip olarak ; insan hak ve hürriyetlerini, milli dayanışmayı, sosyal adaleti, ferdin ve toplumun huzur ve refahını gerçekleştirmeyi ve teminat altına almayı mümkün kılacak demokratik hukuk devletini...’ vs. vs.
Ağzı olanın bir madde eklediği belli olan ve toplamında
hiçbir bayrağa hizmet etmesi mümkün görünmeyen bir anayasanın giriş kısmının
başlangıcı ancak bu şekilde yapılabilirdi. Ne olduğu belli olmayan bir
milletin, dünyadaki bütün iki ayaklılara kendisini adamış ve kanarya sevenler
hariç herkese yaranmaya çalışan pısırık devleti...Bu da onun ‘ne
şiş yansın ne kebap’ şeklinde özetlenebileceği halde, zırvalarla
süslenmiş tarifi...
Osmanlı’nın saçma sapan vatandaşlık yasaları gibi, 1961
yılının bu anayasası da milleti kurtuluşa değil felakete sürüklemiş; 1980
ihtilaline kadar ülkede yasasızlık ve kanunsuzluktan kaynaklanan cinnet ortamı
hâkim olmuştur.
-1982 Anayasası-
1982 Anayasası da kendisinden önce yapılan anayasalar gibi,
büyük meseleleri silahla ve darbeyle çözen kişiler tarafından yapılmış; fakat
aynı kişiler kendilerinden sonrakiler için bu çözüm şeklini değil demagojik ve
palavravari söylemlerle idareyi uygun görmüşlerdir. Bu anayasanın içinde de
milliyetçilik, ‘şartla şurtla
milliyetçilik’ olarak yer almış; koşulları sıralandığında da aslında
milliyetçilik falan olmadığı açıkça belli edilmiştir. Yine ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ cümlesi eklenmiş, yine ‘demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti’
ibaresi konulmuş ve yine tarif edilen millet şekli, süslü cümlelerin arkasında
bir insan yığını, iki ayaklılar sürüsü şeklinde olmuştur. Yine o acayip tarif,
1982 Anayasası’nın da başlangıç kısmında yerini bulmuştur:
‘dünya milletleri ailesinin eşit haklara sahip şerefli bir üyesi’...
‘dünya milletleri ailesinin eşit haklara sahip şerefli bir üyesi’...
-SONUÇ-
Tanzimat’la başlayan, vatandaşlığı ve millettaşlığı tarif
etme gayreti, Osmanlı’nın sonunu geciktirmekten aciz kaldı. Ağzına bal
çalınmaya çalışılan etnik azınlıklar bildiklerini okumaya devam ettiler ve
hatta yapılan pısırık vatandaşlık tarifleri, bu hain sürüsünün daha da
azmasından, gemi azıya almasından başka hiçbir şeye yaramadı. 1908 yılında
parçalanmaya başlayan koca İmparatorluktan 1920 Sevr Antlaşması sonunda, tek
karış özgür vatan parçası kalmayana kadar çöküş, toplamda 12 yıl sürdü.
‘İnsan Hakları’, ‘din, dil, ırk ayrımı olmaksızın’ gibi saçma sapan, çocuklara masallar kabilinden yasalar dünya üzerinde bir karış toprağı kalmamış bir millet durumuna düşmemize sebep oldu fakat eline silahı alan ve yurt için ölmeye-öldürmeye koşan millet evlatları yeni bir yurt kazandılar. Ne acıdır ki; işte bu kan ve can vergisini ödeyen milletin adı, dili, ırkı apaçık ortada olduğu halde, bizim kanun yazanlarımız yine aynı palavralardan, aynı içi boş laf yığınlarından yasalar yapmaya devam etti.
‘İnsan Hakları’, ‘din, dil, ırk ayrımı olmaksızın’ gibi saçma sapan, çocuklara masallar kabilinden yasalar dünya üzerinde bir karış toprağı kalmamış bir millet durumuna düşmemize sebep oldu fakat eline silahı alan ve yurt için ölmeye-öldürmeye koşan millet evlatları yeni bir yurt kazandılar. Ne acıdır ki; işte bu kan ve can vergisini ödeyen milletin adı, dili, ırkı apaçık ortada olduğu halde, bizim kanun yazanlarımız yine aynı palavralardan, aynı içi boş laf yığınlarından yasalar yapmaya devam etti.
Cumhuriyet devrinin her günü, her yılı, etnik ihanetlerle,
arkadan vurmalarla; dini, dili, ırkı belli olanların, dini, dili, ırkı belli
olanlara karşı isyanlarıyla geçtiği halde, biz yine dünyanın bu en açık
gerçeğini görmezden gelmeye, deve kuşu mantığıyla yasalar yapmaya son
veremedik. 20 yılda bir ara rejim geçirmemize, memleketi düştüğü durumdan silah
ve süngü marifetiyle kurtardığını iddia edenlerin iktidara el koymaya devam
etmesine rağmen, hemen ardından ‘dünya
milletlerinin eşit ve şerefli üyesi’, ‘insan
haklarına saygılı’, ‘yurtta sulh
cihanda sulh’ tekerlemeleri sıralanmaya devam etti.
Türk kelimesinden alerjili şu-bu etnik yığınların ‘Atatürk milliyetçiliği’ deyince
yumuşayacağını zannedenler boylarının ölçüsünü almadı mı? Türk bayrağına
kıskançlık ve etnik eziklik hisleriyle bakanların, ‘din, dil, ırk ayrımı
olmaksızın’ gibi sözlerle avunacağını sananlar bu deve kuşlarının
dünyasında mı yaşıyorlar? Avrupa Birliği’nin, Birleşmiş Milletlerin, NATO’nun
talimatlarıyla yapılan yasalarla ülke yönettiğini sananlar, yönetildiğini
sananlar, bir türlü durmak bilmeyen kanın din, dil, ırk ayrımı yapılmadan
döküldüğünü söyleyebilir mi? Allice’ler Harikalar Diyarında neler yaşıyor,
neler düşünüyor anlamadık ama Türkler Türkiye’de yaşamıyor; ölüyor!
15 Mayıs 2013 Kömen
Dergisi 17. sayı
Yorumlar
Yorum Gönder