Robinson



Robinson Crusoe adlı bir köle tüccarı haramzade şerefsiz, gemisi kaza yapınca canını bir adaya atar. Bu ada onun gıdasını verir, yuvasını verir, suyunu verir, yaşatır.
Yıllar sonra bazı korsanlar bu şerefsizi ve kazadan onunla kurtulan bir arkadaşını bulur; kurtarır. Robinson şerefsizinin aklından adanın zenginliği, yerlilerin bu zenginliğe kıymet vermeyişi, mal-mülk hırsından uzak oluşları, saflıkları hiç çıkmaz. Onları ‘iyi insan’ değil, ‘kolay yem’ olarak düşünür. Yanına korsan, işgalci, katil, mal delisi, insanlıktan çıkmış arkadaşlarını da alıp adaya geri döner.
İlk seferde kendilerini koruyan, doyuran, besleyen adayı, şerefsiz arkadaşıyla talan etmeye başlarlar. Ne bulsalar satarlar. Toprağın altında, üstünde ne varsa, korsanlara satıp paraya çevirirler. Ada, üstünde yaşayan yerlilerin değil de bu şerefsizlerin babasının malıymış gibi davranırlar.
Adanın yerlileri bu sırada aptal aptal izlemektedir.
Ağaçlar kesilirken, toprağın altından maden, üstünden meyve talan edilirken, şerefsiz Robinson ve şerefsiz arkadaşı durmadan zenginleşirken ve zenginleştikçe gözleri para hırsıyla daha çok dolarken, bu yerliler öküzün trene baktığı gibi bakmaktadır.
Yerlilerin gözünde altının, gümüşün kıymeti yoktur. Fakat adanın nimetleri de günden güne tükenmeye başlamıştır.
Yerliler açlıkla karşılaşınca, kendi adalarının bazı yerlerinde gezemez hale gelince, aralarından bazıları şerefsiz işgalcilere itiraz edecek gibi oluyormuş. Tabi ki ayağında pantolon dahi bulunmayan bu yerlilerin, bu türlü saldırgan tavırları, şerefsiz Robinson ve ortağı tarafından anında cezalandırılıyormuş.
Bazı pantolonsuz yerliler, böyle durumlarda Robinson'a gelip ‘bizim bir arkadaşı öldürmüşsünüz, hayır mı?’ diye soruyorlarmış. Robinson, bütün iyi niyetli ifadesini takınarak yakınıyormuş:
‘Sizin siyah arkadaş, yamyam ve ilkel olduğundan mütevellit, bize saldırdı. Ben onu vurmasam, o bizi yiyecekti. Oysa ki ben ve medeni arkadaşlarım, bu cennet adamızda hep birlikte yaşamaktan yanayız. Bakın, yıllardır ne güzel geçiniyoruz. Kardeş kardeş takılıyoruz. Böyle yamyamlıklara izin vermememiz lazım.’
Bu laflarla biraz sakinleşen yerlilere, olayları tatlıya bağlamak için hediyeler veriyormuş. Aralarından bazılarını seçip, içkiler, kürkler, kıymetsiz süs eşyaları falan hediye ediyormuş. Bu hediyelerle gözleri kamaşan yerliler, ayağında pantolon olmayan diğer yerlilere gidip ‘siz de biraz rahat durun birader’ diyormuş. ‘Bak adam nasıl eli açık, bonkör. Size de yaranılmıyor. Ne yapsın daha bu adam. Hep bizim iyiliğimiz için çalışıyor’ gibi laflarla, şerefsiz Robinson'un talanına, vurgununa, işgaline karşı çıkacak olanların cephesini bölüp, seslerini kesiyorlarmış.
Hediye verdikleriyle, aç bıraktıklarını kavgaya tutuşturup aradan çekilen şerefsiz Robinson ve şerefsiz arkadaşı Cuma, bu ilkel yerliler birbirlerini yerken, servetlerini katlamaya devam ediyormuş. Yıllarca ‘bir sana, bir bana’ usulüyle adanın servetlerini paylaşan bu iki şerefsiz, adanın nimetleri günden güne tükendikçe, ormanlar azaldıkça, madenler kurudukça, birbirlerinin malına göz diker olmuş. Şerefsiz Robinson, şerefsiz Cuma'nın payını kısmaya çalışmış. Laf kalabalığıyla, tatlı sözlerle, boş palavralarla Cuma'nın sırtını okşarken, diğer yandan da çaktırmadan hissesine düşen payı azaltmaya uğraşıyormuş. Durumu çakan Cuma, hiç bozuntuya vermeden aptal rolü oynamış. Robinson'u uyandırmadan adanın pantolonsuz yerlilerinden bazılarını yanına çekmeye, ucuz hediyelerle kafalamaya, onları Robinson'a karşı doldurmaya başlamış.
Kısa süre sonra Cuma'nın hediye verdiği yerlilerin, hep kendi tarafına saldırdığını fark eden Robinson şerefsizi, başka yerlilere hediye vererek, Cuma'nın yerlileriyle kavgaya tutuşturmuş. Aldıkları çer çöp hediyelerden gözleri kamaşan, bu işgalci şerefsizlerin, bu talancı namussuzların tatlı sözlerine kanan yerliler, bir yandan açlıkla, bir yandan birbirleriyle boğuşurken, şerefsiz Robinson Crusoe ve şerefsiz Cuma, birbirlerinin kılına dokunmadan, yandaşları ölümüne savaşırken, adayı kurutmaya devam etmişler.
Ada iyiden iyiye kururken, şerefsiz Robinson'un aklına bir plan gelmiş. Açlıktan kıvranan, savaştan anası ağlayan yerlilerin alayını ziyafete çağırmış. Demiş ki;
‘Kardeşlerim!
Bakın bu şerefsiz Cuma, sizin mallarınızı yabancılara satıyor. Bakmayın siz onun tatlı diline falan. Vallahi, billahi arkadaşlarınızı hep o öldürdü.  Korsanlarla iş birliği yapıyor. Adanızı onlara teslim edecek. Eğer arada ben olmasam, bu şerefsiz bütün adayı korsanlara satacak, sizi de açlıktan öldürecek. Bakın ben neyim varsa sizinle paylaşıyorum. Önünüze ne güzel yemekler koyuyorum. Şimdiye kadar size ne güzel hediyeler dağıttım. Yalan mı?’
Kalabalığın içinde, o çer çöp hediyelerden bol bol almış olan yerliler fırlamışlar:
‘evveeeet, eveeet, eveeet!!’  ‘Biz şahidiz’ demişler.
Gazı alan Robinson, bakmış ki bu yalakalar ölümüne ‘evet’ diyor, alabildiğine gazlamış:
‘Kardeşlerim;
Siz silahtan anlamazsınız. Ben bilirim.
Siz ticaretten anlamasınız. Ben bilirim.
Siz bu korsanlarla baş edemezsiniz. Ben bilirim.
Siz bu şerefsiz Cuma'yla baş edemezsiniz. Ben bilirim.
Gelin beni aranızda başkan seçin. Bu şerefsiz Cuma ve onun şerefsiz korsanlarıyla mücadele edelim. Siz savaşma işine bakarsınız, ben ticaret mevzusunu hallederim. Tamam mı?’
demiş
Adanın yerlileri ne diyeceğini şaşırmış. Bir kısmı demiş ki:
‘Ulan, bunlar gelene kadar kıçımızda bir tek donumuz vardı ama hiç değilse karnımız doyuyordu. Evimiz, barkımız yoktu ama en azından birbirimizi kesmiyorduk. Madem ölümüne savaşacağız, birlik olup bunları kovalım.’
Bir kısmı itiraz etmiş:
‘Ayıptır’ demiş. ‘Siz bugüne kadar böyle hediyeler mi gördünüz? Kabile şefi anamızı belliyordu. Bak bu adam kibarca soruyor. Hediyeler veriyor. Işıl ışıl... İçkiler veriyor, lıkır lıkır. Ayfonlar veriyor, püfür püfür... Hep bizim için çalışıyor. Şu adama destek verilmez mi?’
Bir kısmı şerefsiz Robinson'un sözlerinden fena halde korkmuş:
‘Bu şerefsiz Cuma, korsanlarla bir hücum ederse yandık. Silah onlarda, barut onlarda. Okla, mızrakla ne yapacağız? Bu Robinson'a yol verelim, o halleder belki’
diye düşünmüşler.
‘Bunların topunu kovalım’ diyenler bastırınca, hediye alanlarla korkudan aklı çıkanların kulağına şerefsiz Robinson fısıldamaya başlamış:
‘Bunlar var ya, Cuma'nın adamları. Korsanlarla iş birliği yapıyorlar. Bunlar sizi satacak. Hep adanın kötülüğü için çalışıyorlar’ diye durmadan üflemiş.
Masal bu ya;
Bu yerliler, Cuma'nın adamları, Robinson'un adamları, ondan hediye alanlar, buna mal satanlar vs. diye bölündükçe, birbirini yedikçe, adaya gemiler, gemicikler, yelkenliler, kürekliler vs. durmadan gelmiş, gitmiş... Açlıktan, savaştan, kavgadan perişan olan, aileleri parçalanan, toprakları çöle dönen, suları kirlenen, komşularıyla aralarına kan giren, elini kana bulayan, komşusu tarafından kana bulanan baldırı çıplak yerliler, bir yudum ekmek, bir avuç su umuduyla sabahın köründe uyandıkları bir gün, bir de ne görsünler?
Bu şerefsiz Robinson'la, şerefsiz Cuma, binmişler birer kocaman gemiye...
Hazinelerini de bir güzel doldurmuşlar. Denizin üstünde salına salına gidiyorlar. ‘Onlar ermiş muradına, biz şimdi ne yiyeceğiz?’ diye öküzün trene baktığı gibi, baka kalmışlar...[1]
11 Nisan 2017


[1] Robinson Crusoe adlı romanın ikincisinde Robinson ve Cuma'nın adaya geri dönüşünü bu şekilde anladım ben. Hep memleket meselelerinden bahsedecek değiliz ya... Bu sabah da çocuklar için masal özeti yapayım dedim.
(Not: Masalda geçen olayların, gerçek kişi ve kurumlarla ilgisi yoktur.)



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

SİNAN

ERDOĞAN'A AÇIK MEKTUP

İlk Kan: Ali Balseven