SAİD-İ KÜRDÎ ve Türkçülük Düşmanlığı

 



Bitlis’in Hizan ilçesinin Nors (Nurs değil) köyünde doğmuş, nüfusa Said Okur adıyla kayıtlı bir Kürt’tür.

9 Yaşında Abdurrahman Tagi adında bir şeyhin yanına girmiş. 10 yaşındayken, kendi deyimiyle “büyük bir kahramanlık tavrı” takınmış. O şeyh de bunu yanından kovmuş. Aynı yıl, Nakşibendi tarikatına girmiş. Oradan da kovulmuş. Buradan da Arvas’a gidip Emin Efendi adında bir şeyhin yanına sığınır. Orada da sorun çıkardığı için kovulur. Van Gevaş’tan, Bayezit Erzurum’a, oraya buraya gider durur. Gittiği her yerden kovulduğu için, bu cahilin Şerif Mardin gibi sevenleri “20 yıllık eğitimi 3 ayda tamamladı” diyerek meseleyi kıvırmaya çalışır. Yandaşlarının yazdığı hayat hikâyelerine bakılırsa 13 yaşında Bitlis valisinin kızlarına ders vermeye başlamış. Ondan çok öncelerde bazı aşiretlere çeki düzen vermek gibi önemli görevlerde bulunmuş. İslâm peygamberi “ihtiyaç olduğu için” buna Kur’an ilmi vermiş. “Okyanusu’l Basit fi Tercemeti’l Kamusi’l Muhit” adlı 5296 sayfalık bir sözlüğü işte o çocuk yaşlarda ezberlemiş. Bitlis valisi bunun elini öpmüş, “üstadımsın” demiş… Mardin’e gelmiş, minarenin üstünde ip cambazı gibi yürümüş vs…
Tarihçe-i Hayat adlı bir risalesi var. Orada yazdığına göre 5 günde İnorganik Kimya öğrenmiş. O işin bilim adamlarını geçince, o bilirkişiler de buna “Bediüzzaman” adını vermişler. Bu kelimeyle ilgili yandaşları, zamanın garibi, zamanın güzelliği gibi uydurma tanımlar yapsalar da apaçık şekilde “Bedi” kelimesi “eşi benzeri olmayan” demektir.
Mektubat adlı bir risalesinin 29. Mektup başlıklı saçmalamasında Hanefi imamlara “dinsizler” diye bir çıkışla, Şafî’liğinden asla taviz vermediğini de belirtiyor.
Tarihçe-i Hayat adlı kitabına bakarsak Tarih, Coğrafya, Riyaziyat, Jeoloji, Fizik, Kimya, Astronomi, Felsefe gibi bilimlerin esasına vakıftır ve bunların hiçbirini de bir hocadan öğrenme ihtiyacı hissetmemiş. Müritlerinden Kürt olanlar Malmisanij ve Rohat, hayat hikâyesini anlatırken, Abdülhamit’e dilekçe vererek kürtçe okul istediğini yazar ama Necmeddin Şahiner, Şerif Mardin, Cemal Kutay gibilere bakarsanız, bu yüksek bilim uzmanı kürt, Abdülhamit’e danışmanlık yapmıştır. Nasıl bir dilekçe yazmışsa ya da nasıl bir danışmanlık yapmışsa, Toptaşı Tımarhanesi’ne atılmış. 1908’de “Şark ve Kürdistan” adlı gazetede yazmaya başlamış; 31 Mart Ayaklanması’nı çıkaran Volkan Gazetesi gibi orada da “Said-i Kürdî” imzasını kullanmış. Yoldaşı Ahmed Naim gibi Kürt Teavün Cemiyeti’nde çalışmış.31 Mart Ayaklanması’nı hazırlayan Volkan Gazetesi’nde “ Kürd ulemâsından meşhur Bediüzzaman Molla Said-i Kürdî İbni Mirza hazretleri bu cemiyette bulunmakla mübâhidir” cümleleriyle takdim edilmiş. Bir sürü bilim dalını, hatta bir başvuru kitabı olan “sözlük” bile olsa bir gecede ezberleyen bu kürt, Volkan gazetesinde yayınlananlar gibi birçok yazısında “Türkçe bilmediğimden” diyerek söze girmiş. 1918’de İstanbul’da Kürt Teali Cemiyeti kurucuları arasındadır. Yandaşlarına bakacak olursak Teşkilat-ı Mahsusa tarafından, hem de denizaltıyla Trablusgarp’a gönderilmiştir ama ne hikmetse oralarda ne denizaltıyı ne de bu kürdü gören çıkmamıştır. Necmeddin Şahiner’e göre Kürt milislerden bir alay kurup Ruslarla savaşmış, Cemal Kutay’a göre alay kumandanı olarak Mustafa Kemal’in emrinde savaşmış. Cemal Kutay, ölmeden önce o uydurmaları 100.000 lira karşılığında yazdığını itiraf etmiş ama diğer yandaşları pek umursamıyor. 

Sadece yandaşları uydurmuyor, kendisi de konuya dâhil oluyor. “İşaret’ül İcaz” adlı zırvasında Pasinler’de Ruslarla savaşırken top mermilerinden kaçmadığını, mermilerin kendisine isabet etmediğini anlatıyor. Başka yerlerde kendisinden “yarı ümmî” olarak bahsettiği halde, bir de bakıyoruz ki o şiddetli savaş esnasında bir de kitap yazdığını iddia ediyor. Kendilerine top mermisi bile zarar vermediği halde, ne hikmetse o Ruslara bir de esir düşme hikâyesi uyduruyorlar. Hatta o esaretten kurutulunca Enver Paşa buna bir de madalya veriyor. Hayatının en ince noktalarını yazanlar, yazılacak şey bulamayınca uyduranlar, Mondros Mütarekesi’nden sonra İstanbul’da Kürt Teali Cemiyeti gibi Kürt Neşriyat Cemiyeti kurucuları arasında bu ismin oluşunu görmezden geliyorlar. 

1919’da Damat Ferid tarafından kurulan Teali-i İslam adında bir dernek daha var. Bu kürdün adını orada da görüyoruz. Derneğin başkanlığına Damat Ferid tarafından Şeyhül İslam Mustafa Sabri, başkan yardımcılığına İskilipli Atıf getiriliyor. Bu kadar hainin bir arada bulunduğu işte Said-i Kürdî'nin eksik kalması elbette mümkün olamazdı. O da maaşlı olarak derneğin yönetiminde bulunmuş. Devir dönüp, Türklük hâkim olunca elbette bu ihaneti bir şekilde gözden kaçırmak gerekecekti. Kürt Said de yöntemi, sanki başka biri kendisini anlatıyormuş gibi yazdığı “Tarihçe-i Hayat” adlı zırvada konuya açıklık getirmekte bulmuş. İngiliz işgali esnasında bu deli, Hutuvvat-ı Sitte adında bir eser yazmış da İngilizler bundan korkmuş, bu kürt de bu şekilde Millî Kurtuluş Hareketi’nin başarısında en büyük etkenlerden biri olmuş. Bu tutup da o Hutuvvat-ı Sitte her neyse, onu yazmamış olsa, maazallah perişandık.

Şualar adlı zırvasında Mustafa Kemal’in, kendisinden özür dilediğini, kendisinden korktuklarını, Risale-i Nur‘un parlak bir kerameti sonucu böyle olduğunu yazmış. Mecliste bildiri dağıttığı, hatta bir de konuşma yaptığı, Atatürk’ün bu deliye doğu illeri vaizliği teklif ettiği vs. uydurmalar da işte o 100.000 liraya kalemini satanların eserleridir. 

Bu delinin, bu zırva eserleri içinde bulunan Şualar da dikkate şayan eserler. Bir şuada, diğer şuadan delil alıyor. Bir risalesinde Atatürk’e hakaret ederken, şu cümleleri kullanmış:” Süfyan ve bir İslam Deccali’nin Mustafa Kemal olduğu Beşinci Şua’da anlaşılıyor.” İslamcının en büyük silahını, yani dini kullanarak Atatürk’ü Deccal ilân ediyor ama bunu yaparken de yine kendisinin yazdığı söylenen sihirli değnek gibi bir zırvayı delil gösteriyor.

1925’te Şeyh Sait ayaklanması çıkınca, Said-i Kürdî de tutuklanmış. Van’da sorgulanmış, Antalya, Burdur ve son olarak da Isparta’ya sürgün edilmiş. Türklere bu deliyi pazarlayanlar, o isyanla hiç ilgisi olmadığını öne sürse de Kürtçü yandaşlarına göre durum farklıdır. Şeyh Sait’in oğlu, Isparta’da bunun ziyaretine geldiğinde, bu Kürtçü de ona hitaben “Ben, birader-i azamım Şeyh Said’in intikamını aldım” diyor.

1932’de tutuklanıp, 1934’te Isparta’ya sürülüyor. 1935’te Eskişehir’de 11 ay hapis yatıyor. 1936’da Kastamonu’ya sürülüyor. Kastamonu’da 7 yıl kalıyor. 1948’de artık virüs gibi yayılmış olan örgütünün ileri gelenleriyle birlikte 20 ay hapis cezası alır ve Afyon’da cezaevine konulur. 1949’da cezaevinden çıkarılır, Emirdağ’a sürgün edilir. Sözde 19 defa zehirlenerek öldürülmek istenmiştir. Nasıl bir sindirim sistemi varsa, biri bile başarılı olamamış. 1950’de Demokrat Parti seçimleri kazanınca, Celal Bayar'ın ateist olmasına bakmamış olacak ki Emirdağ Lahikası’nda yazdığına göre, ona tebrik mesajı göndermiş. Demokrat Parti iktidara geçince, Said-i Kürdî, yine bir menfaat sezmiş olacak ki Ankara’ya gidiyor. Sözler adlı zırvasına bakarsanız, Ankara’da profesörleri, vekilleri, Pakistanlı misafirler kim oluyorsa onları bir araya getirmiş, değişik fakültelerde çok takdir toplayan konferanslar vermiş. Kore’ye asker gönderilince, Necmeddin Şahiner’e göre 5000 nurcuyu da yanına alıp savaşa gitmek istemiş. Devleti kâfirlikle suçlayan 31 Mart Ayaklanmasının propagandacısı, Atatürk’ü Deccal olarak gösteren şeriat pazarlamacısı, bir anda ağız değiştirip Hristiyan dindarlarıyla ittifak çağrıları yapmaya başlıyor. Amerikalının savaşına Türk çocuklarını sokabilmek için elinden geleni yapıyor. Lem’alar ve Emirdağ Lahikası adlı zırvalarda, komünistlere karşı Hristiyanlarla ittifak etmenin gerekliliğini anlatmaya çabalamış. Emirdağ Lâhikasının 54. Sayfasında işi o kadar ileri götürmüş ki, hem Amerika, hem de Avrupa İslâm birliği taraftarı olmalıdır, zira Komünizmle mücadele işini ancak böyle hallederler diye, bir de akıl veriyor.

1953 yılında Emirdağ’a gitmiş. Hüseyin Üzmez, Ahmet Emin Yalman’a suikast yapınca, Said-i Kürdî’nin talebesi Mustafa Sungur da tutuklandı. Said-i Kürdî de yargılanmak istendi fakat Demokrat Parti sayesinde eli kolu uzamıştı. Sağlık raporu aldı. Mahkemeye gitmedi.
Sonrasında şehir şehir dolaşmaya başladı. Önceleri doğuda mağaralarda zaman geçiren Said-i Kürdî, artık memleketin batı taraflarını tercih ediyor ve hatırlı misafir gibi ağırlanıyordu. 23 Mart 1960’ta Bucak aşiretinin reisi Avukat Faik Bucak’ı ziyaret için Urfa’da bulunduğu sırada öldü.

Bu ölüm olayına dayanamayan bazı müritleri çıldırmış, bazıları bıçakla çocuklarını, bazıları eşlerini keserek öldürmüş. 25 Mart 1960 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde kafayı yiyenlere bir örnek bulunuyor. 27 Mayıs 1960 darbesinin ardından, 12 Temmuz’da cesedi uçakla alınmış; birine göre denize atılmış, diğerine göre Isparta’ya gömülmüş ama ne mutlu ki ortalarda yoktur.

Said-i Kürdî hakkında daha detaylı bilgi edinmek isteyenler, Mustafa Yıldırım’ın Meczup Yaratmak adlı kitabına başvurabilir.

***

Sözde bir gecede bir sürü bilimi ihtisas eden fakat okuma-yazma bilmeyen, bilse de yine kendi tabiriyle Türkçe bilmeyen bu kişinin, şuursuz hükümetler sayesinde Türk Gençlerini yılan gibi zehirleyen zırvalarında, Türkçülüğe ve Türkçülere karşı yazdığı hakaret dolu ve kendini inkâr eden bölümleri sunacağız. Ağzını nefes almak için bile açsa, elinde olmadan ya bir yalan ya bir zırva yumurtlayan bu Kürdün, Türklükle ilgili “dönemine göre” yazdıklarını okurken, Kürtçülükle ilgili çalışmalarını da aklınızda bulundurmanızı rica ediyoruz.



MEKTUBAT-Üçüncü Mebhas

 

"Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım, tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa, sizi kabile kabile yaptım ki, yekdiğerinize karşı inkârla yabanî bakasınız, husumet ve adâvet edesiniz değildir."

Şu Mebhas Yedi Meseledir.

***

Üçüncü Mesele: Fikr-i milliyet şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessas Avrupa zalimleri, bunu İslâmlar içinde menfi bir surette uyandırıyorlar, tâ ki parçalayıp onları yutsunlar.

Hem fikr-i milliyette bir zevk-i nefsanî var, gafletkârâne bir lezzet var, şeâmetli bir kuvvet var. Onun için, şu zamanda hayat-ı içtimaiye ile meşgul olanlara "Fikr-i milliyeti bırakınız" denilmez. Fakat fikr-i milliyet iki kısımdır:

Bir kısmı menfidir, şeâmetlidir, zararlıdır. Başkasını yutmakla beslenir, diğerlerine adâvetle devam eder, müteyakkız davranır. Şu ise, muhasamet ve keşmekeşe sebeptir. Onun içindir ki, hadis-i şerifte ferman etmiş: ve Kur’ân da ferman etmiş:

 “İslâm dini kendinden önceki bâtıl olan fiil, hareket, âdet ve inanışları keser, kaldırır."

İşte şu hadis-i şerif, şu âyet-i kerime, kati bir surette menfi bir milliyeti ve fikr-i unsuriyeti kabul etmiyorlar. Çünkü müsbet ve mukaddes İslâmiyet milliyeti ona ihtiyaç bırakmıyor.

Evet, acaba hangi unsur var ki, üç yüz elli milyon vardır? Ve o İslâmiyet yerine o unsuriyet fikri, fikir sahibine o kadar kardeşleri, hem ebedî kardeşleri kazandırsın? Evet, menfi milliyetin tarihçe pek çok zararları görülmüş. Ezcümle, Emevîler, bir parça fikr-i milliyeti siyasetlerine karıştırdıkları için, hem âlem-i İslâmı küstürdüler, hem kendileri de çok felâketler çektiler. Hem Avrupa milletleri şu asırda unsuriyet fikrini çok ileri sürdükleri için, Fransız ve Alman’ın çok şeâmetli ebedî adâvetlerinden başka, Harb-i Umumîdeki hâdisât-ı müthişe dahi, menfi milliyetin nev-i beşere ne kadar zararlı olduğunu gösterdi. Hem bizde, iptida-yı Hürriyette, Babil Kalesinin harabiyeti zamanında "tebelbül-ü akvam" tabir edilen teşâub-u akvam ve o teşâub sebebiyle dağılmaları gibi, menfi milliyet fikriyle, başta Rum ve Ermeni olarak pek çok kulüpler namında sebeb-i tefrika-i kulûb, muhtelif mülteciler cemiyetleri teşekkül etti. Ve onlardan şimdiye kadar ecnebîlerin boğazına gidenlerin ve perişan olanların halleri, menfi milliyetin zararını gösterdi. Şimdi ise, en ziyade birbirine muhtaç ve birbirinden mazlum ve birbirinden fakir ve ecnebî tahakkümü altında ezilen anâsır ve kabâil-i İslâmiye içinde, fikr-i milliyetle birbirine yabanî bakmak ve birbirini düşman telâkki etmek öyle bir felâkettir ki, tarif edilmez. Adeta bir sineğin ısırmaması için, müthiş yılanlara arka çevirip sineğin ısırmasına karşı mukabele etmek gibi bir divanelikle, büyük ejderhalar hükmünde olan Avrupa’nın doymak bilmez hırslarını, pençelerini açtıkları bir zamanda onlara ehemmiyet vermeyip, belki mânen onlara yardım edip, menfi unsuriyet fikriyle şark vilâyetlerindeki vatandaşlara veya cenup tarafındaki dindaşlara adâvet besleyip onlara karşı cephe almak, çok zararları ve mehâlikiyle beraber, o cenup efradları içinde düşman olarak yoktur ki, onlara karşı cephe alınsın. Cenuptan gelen Kur’ân nuru var; İslâmiyet ziyası gelmiş; o içimizde vardır ve her yerde bulunur. İşte o dindaşlara adâvet ise, dolayısıyla İslâmiyete, Kur’ân’a dokunur. İslâmiyet ve Kur’ân’a karşı adâvet ise, bütün bu vatandaşların hayat-ı dünyeviye ve hayat-ı uhreviyesine bir nevi adâvettir. Hamiyet namına hayat-ı içtimaiyeye hizmet edeyim diye iki hayatın temel taşlarını harap etmek, hamiyet değil, hamâkattir!

Dördüncü Mesele: Müsbet milliyet, hayat-ı içtimaiyenin ihtiyac-ı dahilîsinden ileri geliyor. Teâvüne, tesanüde sebeptir; menfaatli bir kuvvet temin eder, uhuvvet-i İslâmiyeyi daha ziyade teyid edecek bir vasıta olur. Şu müsbet fikr-i milliyet, İslâmiyet’e hâdim olmalı, kale olmalı, zırhı olmalı; yerine geçmemeli. Çünkü İslâmiyet’in verdiği uhuvvet içinde bin uhuvvet var; âlem-i bekada ve âlem-i berzahta o uhuvvet bâki kalıyor. Onun için, uhuvvet-i milliye ne kadar da kavî olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa onu onun yerine ikame etmek, aynı kalenin taşlarını kalenin içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nevinden ahmakane bir cinayettir.

İşte, ey ehl-i Kur’ân olan şu vatanın evlâtları! Altı yüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri, bin senedir Kur’ân-ı Hakîmin bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyup Kur’ân’ı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi Kur’ân’a ve İslâmiyete kal’a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehâcümâtı def ettiniz. Tâ "Allah öyle bir topluluk getirecektir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever. Onlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı izzet sahibidirler ve Allah yolunda cihad ederler." âyetine güzel bir mâsadak oldunuz. Şimdi Avrupa’nın ve frenkmeşrep münafıkların desiselerine uyup şu âyetin evvelindeki hitaba mâsadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız.

Câ-yı Dikkat Bir Hâl: Türk milleti anâsır-ı İslâmiye içinde en kesretli olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslümandır. Sair unsurlar gibi müslim ve gayr-ı müslim olarak iki kısma inkısam etmemiştir. Nerede Türk taifesi varsa Müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır (Macarlar gibi). Hâlbuki küçük unsurlarda dahi hem müslim ve hem de gayr-ı müslim var. Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et. Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç etmiş; ondan kabil-i tefrik değil. Tefrik etsen, mahvsın. Bütün senin mazideki mefâhirin İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefâhir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefâhiri kalbinden silme.

Beşinci Mesele: Asya’da uyanan akvam, fikr-i milliyete sarılıp, aynen Avrupa’yı her cihetle taklit ederek, hattâ çok mukaddesatları o yolda feda ederek hareket ediyorlar. Halbuki her milletin kamet-i kıymeti başka bir elbise ister. Bir cins kumaş bile olsa, tarzı ayrı ayrı olmak lâzım gelir. Bir kadına bir jandarma elbisesi giydirilmez. Bir ihtiyar hocaya tango bir kadın libası giydirilmediği gibi, körü körüne taklit dahi çok defa maskaralık olur. Çünkü:

Evvelâ: Avrupa bir dükkân, bir kışla ise, Asya bir mezraa, bir cami hükmündedir. Bir dükkâncı dansa gider, bir çiftçi gidemez. Kışla vaziyeti ile mescid vaziyeti bir olmaz. Hem ekser enbiyanın Asya’da zuhuru, ağleb-i hukemanın Avrupa’da gelmesi, kader-i ezelînin bir remzi, bir işaretidir ki, Asya akvâmını intibâha getirecek, terakki ettirecek, idare ettirecek, din ve kalbdir. Felsefe ve hikmet ise din ve kalbe yardım etmeli, yerine geçmemeli.

Saniyen: Din-i İslâmı Hıristiyan dinine kıyas edip Avrupa gibi dine lâkayt olmak, pek büyük bir hatadır. Evvelâ, Avrupa dinine sahiptir. Başta Wilson, Loyd George, Venizelos gibi Avrupa büyükleri, papaz gibi dinlerine mutaassıp olmaları şahittir ki, Avrupa dinine sahiptir, belki bir cihette mutaassıptır.

Salisen: İslâmiyeti Hıristiyan dinine kıyas etmek, kıyas-ı maalfârıktır; o kıyas yanlıştır. Çünkü Avrupa dinine mutaassıp olduğu zaman medenî değildi; taassubu terk etti, medenîleşti. Hem din onların içinde üç yüz sene muharebe-i dâhiliyeyi intaç etmiş. Müstebit zalimlerin elinde avâmı, fukarayı ve ehl-i fikri ezmeye vasıta olduğundan, onların umumunda muvakkaten dine karşı bir küsmek hâsıl olmuştu. İslâmiyette ise, tarihler şahittir ki, bir defadan başka dâhilî muharebeye sebebiyet vermemiş. Hem ne vakit ehl-i İslâm dine ciddî sahip olmuşlarsa, o zamana nispeten yüksek terakki etmişler. Buna şahit, Avrupa’nın en büyük üstadı Endülüs devlet-i İslâmiyesidir. Hem ne vakit cemaat-i İslâmiye dine karşı lâkayt vaziyeti almışlar; perişan vaziyete düşerek tedennî etmişler. Hem İslâmiyet, vücub-u zekât ve hurmet-i ribâ gibi binler şefkatperverâne mesâil ile fukarayı ve avâmı himaye ettiği i "Akıl etmiyorlar mı? Tefekkür etmiyorlar mı? İyice düşünmüyorlar mı? Gibi kelimâtıyla aklı ve ilmi istişhad ve ikaz ettiği ve ehl-i ilmi himaye ettiği cihetle, daima İslâmiyet fukaraların ve ehl-i ilmin kalesi ve melcei olmuştur. Onun için, İslâmiyete karşı küsmeye hiçbir sebep yoktur.

Altıncı Mesele: Menfi milliyette ve unsuriyet fikrinde ifrat edenlere deriz ki:

Evvelâ: Şu dünya yüzü, hususan şu memleketimiz, eski zamandan beri çok muhaceretlere ve tebeddülâta maruz olmakla beraber, merkez-i hükûmet-i İslâmiye bu vatanda teşkil olduktan sonra, akvâm-ı saireden pervane gibi çokları içine atılıp tavattun etmişler. İşte bu halde Levh-i Mahfuz açılsa, ancak hakikî unsurlar birbirinden tefrik edilebilir. Öyleyse, hakikî unsuriyet fikrine hareketi ve hamiyeti bina etmek, mânâsız ve hem pek zararlıdır. Onun içindir ki, menfi milliyetçilerin ve unsuriyetperverlerin reislerinden ve dine karşı pek lâkayt birisi, mecbur olmuş, demiş: "Dil, din bir ise millet birdir."

Madem öyledir. Hakikî unsuriyete değil, belki dil, din, vatan münasebâtına bakılacak. Eğer üçü bir ise, zaten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan olursa, tekrar milliyet dairesine dâhildir.

Saniyen: İslâmiyetin mukaddes milliyeti, bu vatan evlâdının hayat-ı içtimaiyesine kazandırdığı yüzer faydadan iki faydayı misal olarak beyan edeceğiz.

Birincisi: Şu devlet-i İslâmiye yirmi otuz milyon iken, bütün Avrupa’nın büyük devletlerine karşı hayatını ve mevcudiyetini muhafaza ettiren, şu devletin ordusundaki nur-u Kur’ân’dan gelen şu fikirdir: "Ben ölürsem şehidim, öldürsem gaziyim." Kemâl-i şevkle ölümün yüzüne gülerek istikbal etmiş, daima Avrupa’yı titretmiş. Acaba dünyada basit fikirli, sâfi kalbli olan neferâtın ruhunda şöyle ulvî fedakârlığa sebebiyet verecek hangi şey gösterilebilir? Hangi hamiyet onun yerine ikame edilebilir ve hayatını ve bütün dünyasını severek ona feda ettirebilir?

İkincisi: Avrupa’nın ejderhaları (büyük devletleri) her ne vakit şu devlet-i İslâmiyeye bir tokat vurmuşlarsa, üç yüz elli milyon İslâmı ağlatmış ve inletmiş. Ve o müstemlekât sahipleri, onları inletmemek ve sızlatmamak için elini çekmiş, elini kaldırırken indirmiş. Şu hiçbir cihetle istisgar edilmeyecek mânevî ve daimî bir kuvvetü’z zahr yerine hangi kuvvet ikame edilebilir, gösterilsin. Evet, o azîm mânevî kuvvetü’z zahrı menfi milliyetle ve istiğnâkârâne hamiyetle gücendirmemeli.

Yedinci Mesele: Menfi milliyette fazla hamiyetperverlik gösterenlere deriz ki:

Eğer şu milleti ciddî severseniz, onlara şefkat ederseniz, öyle bir hamiyet taşıyınız ki, onların ekserîsine şefkat sayılsın. Yoksa ekserîsine merhametsizcesine bir tarzda, şefkate muhtaç olmayan bir kısm-ı kalîlin muvakkat, gafletkârâne hayat-ı içtimaiyelerine hizmet ise, hamiyet değildir. Çünkü menfi unsuriyet fikriyle yapılacak hamiyetkârlığın, milletin sekizden ikisine muvakkat faydası dokunabilir; lâyık olmadıkları o hamiyetin şefkatine mazhar olurlar. O sekizden altısı ya ihtiyardır, ya hastadır, ya musibetzededir, ya çocuktur, ya çok zayıftır, ya pek ciddî olarak âhireti düşünür müttakîdirler ki, bunlar hayat-ı dünyeviyeden ziyade, müteveccih oldukları hayat-ı berzahiyeye ve uhreviyeye karşı bir nur, bir teselli, bir şefkat isterler ve hamiyetkâr mübarek ellere muhtaçtırlar. Bunların ışıklarını söndürmeye ve tesellilerini kırmaya hangi hamiyet müsaade eder? Heyhat! Nerede millete şefkat, nerede millet yolunda fedakârlık?

***

 


 

MEKTUBAT –Yirmidokuzuncu Mektup

Dördüncü Desise-i Şeytaniye:

Şeytanın telkiniyle ve ehl-i dalÂletin ilkaâtıyla, bana karşı propaganda ile hücum eden ve mühim mevkileri işgal eden bazı mülhidler, kardeşlerimi aldatmak ve asabiyet-i milliyetlerini tahrik etmek için diyorlar ki: "Siz Türksünüz. Maşaallah, Türklerde her nevi ulema ve ehl-i kemal vardır. Said bir Kürttür. Milliyetinizden olmayan birisiyle teşrik-i mesai etmek hamiyet-i milliyeye münâfidir."

Elcevap: Ey bedbaht mülhid! Ben felillâhilhamd Müslümanım. Her zamanda kudsî milletimin üç yüz elli milyon efradı vardır. Böyle ebedî bir uhuvveti tesis eden ve dualarıyla bana yardım eden ve içinde Kürtlerin ekseriyet-i mutlakası bulunan üç yüz elli milyon kardeşi, unsuriyet ve menfi milliyet fikrine feda etmek ve o mübarek hadsiz kardeşlere bedel, Kürt namını taşıyan ve Kürt unsurundan addedilen mahdut birkaç dinsiz veya mezhepsiz bir mesleğe girenleri kazanmaktan yüz bin defa istiâze ediyorum. Ey mülhid! Senin gibi ahmaklar lâzım ki, Macar kâfirleri veyahut dinsiz olmuş ve frenkleşmiş birkaç Türkleri muvakkaten, dünyaca dahi faydasız uhuvvetini kazanmak için, üç yüz elli milyon hakikî, nuranî menfaattar bir cemaatin bâki uhuvvetlerini terk etsin. Yirmi Altıncı Mektubun Üçüncü Meselesinde, delilleriyle menfi milliyetin mahiyetini ve zararlarını gösterdiğimizden, ona havale edip, yalnız o Üçüncü Meselenin âhirinde icmal edilen bir hakikati burada bir derece izah edeceğiz. Şöyle ki: O Türkçülük perdesi altına giren ve hakikaten Türk düşmanı olan hamiyetfuruş mülhidlere derim ki: Din-i İslâmiyet milliyetiyle ebedî ve hakikî bir uhuvvet ile Türk denilen bu vatan ehl-i imanıyla şiddetli ve pek hakikî alâkadarım. Ve bin seneye yakın, Kur’ân’ın bayrağını cihanın cihât-ı sittesinin etrafında galibâne gezdiren bu vatan evlâtlarına, İslâmiyet hesabına müftehirâne ve taraftarâne muhabbettarım.
Sen ise, ey hamiyetfuruş sahtekâr! Türkün mefâhir-i hakikiye-i milliyesini unutturacak bir surette mecazî ve unsurî ve muvakkat ve garazkârâne bir uhuvvetin var. Senden soruyorum: Türk milleti, yalnız yirmi ile kırk yaşı ortasındaki gafil ve heveskâr gençlerden ibaret midir? Hem onların menfaati ve onların hakkında hamiyet-i milliyenin iktiza ettiği hizmet, yalnız onların gafletini ziyadeleştiren ve ahlâksızlıklara alıştıran ve menhiyâta teşcî eden frenkmeşrebâne terbiyede midir? Ve ihtiyarlıkta onları ağlattıracak olan muvakkat bir güldürmekte midir? Eğer hamiyet-i milliye bunlardan ibaretse ve terakki ve saadet-i hayatiye bu ise, evet, sen böyle Türkçü isen ve böyle milliyetperver isen, ben o Türkçülükten kaçıyorum; sen de benden kaçabilirsin. Eğer zerre miktar hamiyet ve şuurun ve insafın varsa, şimdiki taksimata bak, cevap ver. Şöyle ki: Türk milleti denilen şu vatan evlâdı altı kısımdır. Birinci kısmı, ehl-i salâhat ve takvâdır. İkinci kısmı, musibetzede ve hastalar taifesidir. Üçüncü kısmı, ihtiyarlar sınıfıdır. Dördüncü kısmı, çocuklar taifesidir. Beşinci kısmı, fakirler ve zayıflar taifesidir. Altıncı kısmı gençlerdir.

 
Acaba bütün evvelki beş taife Türk değiller mi? Hamiyet-i milliyeden hisseleri yok mu? Acaba altıncı taifeye sarhoşçasına bir keyif vermek yolunda o beş taifeyi incitmek, keyfini kaçırmak, tesellilerini kırmak hamiyet-i milliye midir, yoksa o millete düşmanlık mıdır? "El-hükmü li’l-ekser" sırrınca, eksere zarar dokunduran düşmandır, dost değildir. Senden soruyorum: Birinci kısım olan ehl-i iman ve ehl-i takvânın en büyük menfaati, frenkmeşrebâne bir medeniyette midir? Yoksa hakaik-i imaniyenin nurlarıyla saadet-i ebediyeyi düşünüp, müştak ve âşık oldukları tarik-i hakta sülûk etmek ve hakikî teselli bulmakta mıdır? Senin gibi dalâletpîşe hamiyetfuruşların tuttuğu meslek, müttakî ehl-i imanın mânevî nurlarını söndürüyor ve hakikî tesellilerini bozuyor ve ölümü idam-ı ebedî ve kabri daimî bir firak-ı lâyezâlî kapısı olduğunu gösteriyor.

İkinci kısım olan musibetzede ve hastaların ve hayatından meyus olanların menfaati, frenkmeşrebâne, dinsizcesine medeniyet terbiyesinde midir? Hâlbuki o biçareler bir nur isterler, bir teselli isterler. Musibetlerine karşı bir mükâfat isterler. Ve onlara zulmedenlerin intikamlarını almak isterler. Ve yakınlaştıkları kabir kapısındaki dehşeti def etmek istiyorlar. Sizin gibilerin sahtekâr hamiyetiyle, pek çok şefkate ve okşamaya ve tımar etmeye çok lâyık ve muhtaç o biçare musibetzedelerin kalblerine iğne sokuyorsunuz, başlarına tokmak vuruyorsunuz, merhametsizcesine ümitlerini kırıyorsunuz, ye’s-i mutlaka düşürüyorsunuz. Hamiyet-i milliye bu mudur? Böyle mi millete menfaat dokunduruyorsunuz?

Üçüncü taife olan ihtiyarlar bir sülüs teşkil ediyor. Bunlar kabre yakınlaşıyorlar, ölüme yaklaşıyorlar, dünyadan uzaklaşıyorlar, âhirete yanaşıyorlar. Böylelerin menfaati ve nuru ve tesellisi, Hülâgû ve Cengiz gibi zalimlerin gaddarâne sergüzeştlerini dinlemesinde midir? Ve âhireti unutturacak, dünyaya bağlandıracak, neticesiz, mânen sukut, zâhiren terakki denilen şimdiki nevi hareketinizde midir? Ve uhrevî nur, sinemada mıdır? Ve hakikî teselli, tiyatroda mıdır? Bu biçare ihtiyarlar hamiyetten hürmet isterlerken, mânevî bıçakla o biçareleri kesmek hükmünde ve "İdam-ı ebediye sevk ediliyorsunuz" fikrini vermek ve rahmet kapısı tasavvur ettikleri kabir kapısını ejderha ağzına çevirmek, "Sen oraya gideceksin" diye mânevî kulağına üflemek hamiyet-i milliye ise, böyle hamiyetten yüz bin defa el’iyâzü billâh!

Dördüncü taife ki, çocuklardır. Bunlar hamiyet-i milliyeden merhamet isterler, şefkat beklerler. Bunlar da, zaaf ve acz ve iktidarsızlık noktasında, merhametkâr, kudretli bir Hâlıkı bilmekle ruhları inbisat edebilir, istidatları mesudâne inkişaf edebilir. İleride, dünyadaki müthiş ehval ve ahvâle karşı gelebilecek bir tevekkül-ü imanî ve teslim-i İslâmî telkinatıyla o masumlar hayata müştakane bakabilirler. Acaba, alâkaları pek az olduğu terakkiyât-ı medeniye dersleri ve onların kuvve-i mâneviyesini kıracak ve ruhlarını söndürecek, nursuz, sırf maddî, felsefî düsturların taliminde midir?

Eğer insan bir cesed-i hayvânîden ibaret olsaydı ve kafasında akıl olmasaydı, belki bu masum çocukları muvakkaten eğlendirecek terbiye-i medeniye tabir ettiğiniz ve terbiye-i milliye süsü verdiğiniz bu firengî usul, onlara çocukçasına bir oyuncak olarak, dünyevî bir menfaati verebilirdi. Mademki o masumlar hayatın dağdağalarına atılacaklar, mademki insandırlar. Elbette küçük kalblerinde çok uzun arzuları olacak ve küçük kafalarında büyük maksatlar tevellüt edecek. Madem hakikat böyledir; onlara şefkatin muktezası, gayet derecede fakr ve aczinde, gayet kuvvetli bir nokta-i istinadı ve tükenmez bir nokta-i istimdadı, kalblerinde iman-ı billâh ve iman-ı bil’âhiret suretiyle yerleştirmek lâzımdır. Onlara şefkat ve merhamet bununla olur. Yoksa divane bir validenin, veledini bıçakla kesmesi gibi, hamiyet-i milliye sarhoşluğuyla, o biçare masumları mânen boğazlamaktır. Cesedini beslemek için beynini ve kalbini çıkarıp ona yedirmek nevinden, vahşiyâne bir gadirdir, bir zulümdür.

Beşinci taife fakirler ve zayıflar taifesidir. Acaba, hayatın ağır tekâlifini fakirlik vasıtasıyla elîm bir tarzda çeken fakirlerin ve hayatın müthiş dağdağalarına karşı çok müteessir olan zayıfların hamiyet-i milliyeden hisseleri yok mudur? Bu biçarelerin ye’sini ve elemini arttıran ve sefih bir kısım zenginlerin mel’abe-i hevesâtı ve zalim bir kısım kavîlerin vesile-i şöhret ve şekaveti olan frenkmeşrebâne ve perdebîrûnâne ve firavunâne medeniyetperverlik namı altında yaptığınız harekâtta mıdır? Bu biçare fukaraların fakirlik yarasına merhem ise, unsuriyet fikrinden değil, belki İslâmiyetin eczahane-i kudsiyesinden çıkabilir. Zayıfların kuvveti ve mukavemeti, karanlık ve tesadüfe bağlı, şuursuz, tabiî felsefeden alınmaz; belki hamiyet-i İslâmiye ve kudsî İslâmiyet milliyetinden alınır.

Altıncı taife gençlerdir. Bu gençlerin gençlikleri eğer daimî olsaydı, menfi milliyetle onlara içirdiğiniz şarabın muvakkat bir menfaati, bir faydası olurdu. Fakat o gençliğin lezzetli sarhoşluğu, ihtiyarlıkla elemle ayılması ve o tatlı uykunun ihtiyarlık sabahında esefle uyanmasıyla, o şarabın humarı ve sıkıntısı onu çok ağlattıracak ve o lezzetli rüyanın zevâlindeki elem ona çok hazin teessüf ettirecek. "Eyvah! Hem gençlik gitti, hem ömür gitti. Hem müflis olarak kabre gidiyorum. Keşke aklımı başıma alsaydım!" dedirecek. Acaba bu taifenin hamiyet-i milliyeden hissesi, az bir zamanda muvakkat bir keyif görmek için, pek uzun bir zamanda teessüfle ağlattırmak mıdır? Yoksa onların saadet-i dünyeviyeleri ve lezzet-i hayatiyeleri, o güzel, şirin gençlik nimetinin şükrünü vermek suretinde, o nimeti sefahet yolunda değil, belki istikamet yolunda sarf etmekle, o fâni gençliği ibadetle mânen ibka etmek ve o gençliğin istikametiyle dâr-i saadette ebedî bir gençlik kazanmakta mıdır? Zerre miktar şuurun varsa söyle!

Elhasıl: Eğer Türk milleti yalnız altıncı taife olan gençlerden ibaret olsa ve gençlikleri daimî kalsa ve dünyadan başka yerleri bulunmasa, sizin Türkçülük perdesi altındaki frenkmeşrebâne harekâtınız, hamiyet-i milliyeden sayılabilirdi. Benim gibi hayat-ı dünyeviyeye az ehemmiyet veren ve unsuriyet fikrini frengî illeti gibi bir maraz telâkki eden ve gençleri nâmeşrû keyif ve hevesattan men’e çalışan ve başka memlekette dünyaya gelen bir adama, "O Kürttür, arkasına düşmeyiniz" diyebilirdiniz ve demeye bir hak kazanabilirdiniz. Fakat mademki Türk namı altında olan şu vatan evlâdı, sabıkan beyan edildiği gibi, altı kısımdır. Beş kısma zarar vermek ve keyiflerini kaçırmak, yalnız bir tek kısma muvakkat ve dünyevî ve âkıbeti meş’um bir keyif vermek, belki sarhoş etmek, elbette o Türk milletine dostluk değil, düşmanlıktır.
Evet, ben unsurca Türk sayılmıyorum. Fakat Türklerin ehl-i takvâ taifesine ve musibetzedeler kısmına ve ihtiyarlar sınıfına ve çocuklar taifesine ve zayıflar ve fakirler zümresine bütün kuvvetimle ve kemâl-i iştiyakla müşfikane ve uhuvvetkârâne çalışmışım ve çalışıyorum. Altıncı taife olan gençleri dahi, hayat-ı dünyeviyesini zehirlettirecek ve hayat-ı uhreviyesini mahvedecek ve bir saat gülmeye bedel bir sene ağlamayı netice veren harekât-ı nâmeşruadan vazgeçirmek istiyorum. Yalnız bu altı yedi sene değil, belki yirmi senedir, Kur’ân’dan ahzedip Türkçe lisanıyla neşrettiğim âsâr meydandadır.

Evet, lillâhilhamd, Kur’ân-ı Hakîmin maden-i envârından iktibas edilen âsâr ile ihtiyar taifesinin en ziyade istedikleri nur gösteriliyor. Musibetzedelerin ve hastaların tiryak gibi en nâfi ilâçları, eczahane-i kudsiye-i Kur’âniyede gösteriliyor. Ve ihtiyarları en ziyade düşündüren kabir kapısı, rahmet kapısı olduğu ve idam kapısı olmadığı, o envâr-ı Kur’âniye ile gösterildi. Ve çocukların nazik kalblerinde hadsiz mesâib ve muzır eşyaya karşı gayet kuvvetli bir nokta-i istinad ve hadsiz âmâl ve arzularına medar bir nokta-i istimdat, Kur’ân-ı Hakîmin madeninden çıkarıldı ve gösterildi ve bilfiil istifade ettirildi. Ve fukaralar ve zuafalar kısmını en ziyade ezen ve müteessir eden hayatın ağır tekâlifi, Kur’ân-ı Hakîmin hakaik-i imaniyesiyle hafifleştirildi.

İşte bu beş taife ki, -Türk milletinin altı kısmından beş kısmıdır-menfaatlerine çalışıyoruz. Altıncı kısım ki gençlerdir; onların iyilerine karşı ciddî uhuvvetimiz var, senin gibi mülhidlere karşı hiçbir cihetle dostluğumuz yok. Çünkü ilhâda giren ve Türk’ün hakikî bütün mefâhir-i milliyesini taşıyan İslâmiyet milliyetinden çıkmak isteyen adamları Türk bilmiyoruz, Türk perdesi altına girmiş frenk telâkki ediyoruz. Çünkü yüz bin defa Türkçüyüz deyip dâvâ etseler, ehl-i hakikati kandıramazlar. Zira fiilleri, harekâtları, onların dâvâlarını tekzip ediyor.

İşte, ey frenkmeşrepler ve propagandanızla hakikî kardeşlerimi benden soğutmaya çalışan mülhidler! Bu millete menfaatiniz nedir? Birinci taife olan ehl-i takvâ ve salâhatin nurunu söndürüyorsunuz. Merhamete ve tımar etmeye şâyan ikinci taifesinin yaralarına zehir serpiyorsunuz. Ve hürmete çok lâyık olan üçüncü taifenin tesellisini kırıyorsunuz, ye’s-i mutlaka atıyorsunuz. Ve şefkate çok muhtaç olan dördüncü taifenin bütün bütün kuvve-i mâneviyesini kırıyorsunuz ve hakikî insaniyetini söndürüyorsunuz. Ve muavenet ve yardıma ve teselliye çok muhtaç olan beşinci taifenin ümitlerini, istimdatlarını akîm bırakıp, onların nazarında hayatı mevtten daha ziyade dehşetli bir surete çeviriyorsunuz. İkaza ve ayılmaya çok muhtaç olan altıncı taifesine, gençlik uykusu içinde öyle bir şarap içiriyorsunuz ki, o şarabın humârı pek elîm, pek dehşetlidir. Acaba bu mudur hamiyet-i milliyeniz ki, o hamiyet-i milliye uğrunda çok mukaddesâtı feda ediyorsunuz? O Türkçülük menfaati, Türklere bu suretle midir? Yüz bin defa el’iyâzü billâh!

Ey efendiler! Bilirim ki, hak noktasında mağlûp olduğunuz zaman kuvvete müracaat edersiniz. Kuvvet hakta olduğu, hak kuvvette olmadığı sırrıyla, dünyayı başıma ateş yapsanız, hakikat-i Kur’âniyeye feda olan bu baş size eğilmeyecektir! Hem size bunu da haber veriyorum ki, değil sizler gibi mahdut, mânen millet nazarında menfur bir kısım adamlar, belki binler sizler gibi bana maddî düşmanlık etseler, ehemmiyet vermeyeceğim ve bir kısım muzır hayvânattan fazla kıymet vermeyeceğim. Çünkü bana karşı ne yapacaksınız? Yapacağınız iş, ya hayatıma hâtime çekmekle veya hizmetimi bozmak suretiyle olur. Bu iki şeyden başka dünyada alâkam yok.

Hayatın başına gelen ecel ise, şuhud derecesinde katî iman etmişim ki, tagayyür etmiyor, mukadderdir. Madem böyledir; hak yolunda şehadetle ölsem, çekinmek değil, iştiyakla bekliyorum. Bahusus ben ihtiyar oldum; bir seneden fazla yaşamayı zor düşünüyorum. Zâhirî bir sene ömrü, şehadet vasıtasıyla kazanılan hadsiz bir ömr-ü bâkiye tebdil etmek, benim gibilerin en Âli bir maksadı, bir gayesi olur. Amma hizmet ise, felillâhilhamd, hizmet-i Kur’âniye ve imaniyede Cenâb-ı Hak rahmetiyle öyle kardeşleri bana vermiş ki, vefatımla, o hizmet, bir merkezde yapıldığına bedel, çok merkezlerde yapılacak. Benim dilim ölümle susturulsa, pek çok kuvvetli diller benim dilime bedel konuşacaklar, o hizmeti idame ederler. Hatta diyebilirim: Nasıl ki bir tane tohum toprak altına girip ölmesiyle bir sümbül hayatını netice verir; bir taneye bedel yüz tane vazife başına geçer. Öyle de, mevtim, hayatımdan fazla o hizmete vasıta olur ümidini besliyorum.

***


 

Tarihçe-i Hayat, s. 128

Dilâyât-ı Şarkiye, âlem-i İslâmın bir nevî merkezi hükmündedir; fünûn-u cedîde yanında, ulûm-u dîniye de lâzım ve elzemdir. Çünkü ekser enbiyanın Şarkta, ekser hükemanın Garbda gelmesi gösteriyor ki, Şarkın terakkiyatı dinle kaimdir. Başka vilayetlerde sırf fünûn-u cedîde okuttursanız da, Şarkta her halde millet, vatan maslahatı namına, ulûm-u dîniye esas olmalıdır. Yoksa Türk olmayan Müslümanlar, Türk’e hakîki kardeşliğini hissedemeyecek. Şimdi, bu kadar düşmanlara karşı teâvün ve tesanüde muhtacız.

Hatta bu hususta size bir hakîkatli misal vereyim:

Eskiden, Türk olmayan bir talebem vardı. Eski medresemde, hamiyetli ve gayet zekî o talebem, ulûm-u dîniyeden aldığı hamiyet dersi ile her vakit derdi: ‘Salih bir Türk, elbette fasık kardeşimden ve babamdan, bana daha ziyade kardeştir ve akrabadır.’ Sonra aynı talebe, talihsizliğinden, sırf maddî fünûn-u cedîde okumuş. Sonra, ben, dört sene sonra esaretten gelince onunla konuştum.

Hamiyet-i milliye bahsi oldu. O dedi ki: ‘Ben şimdi, rafizî bir Kürdü, salih bir Türk hocasına tercih ederim.’ Ben de, ‘Eyvah!’ dedim. ‘Ne kadar bozulmuşsun?’ Bir hafta çalıştım, onu kurtardım, eski hakîkatli hamiyete çevirdim.

İşte ey mebuslar! O talebenin evvelki hali, Türk milletine ne kadar lüzûmu var; ikinci hâli ne kadar vatan menfaatine uygun olmadığını fikrinize havale ediyorum.

Demek, farz-ı muhal olarak, siz başka yerde dünyayı dîne tercih edip, siyasetçe dîne ehemmiyet vermeseniz de, her halde Şark vilayetlerinde din tedrisatına azamî ehemmiyet vermeniz lâzım.

***

Emirdağ Lâhikası, s. 439

Ey suâl soran meb’uslar!

Şarkta beş milyona yakın Kürt var. Yüz milyona yakın İranlı ve Hintliler var. Yetmiş milyon Arap var. Kırk milyon Kafkas var. Acaba birbirine komşu, kardeş ve birbirine muhtaç olan bu kardeşlere, bu talebenin Van’daki medreseden aldığı ders-i dinî mi daha lâzım veyahut o milletleri karıştıracak ve ırktaşlarından başka düşünmeyen ve uhuvvet-i İslâmiyeyi tanımayan, sırf ulûm-u felsefeyi okumak ve İslâmî ilimleri nazara almamak olan o merhum talebenin ikinci hali mi daha iyidir? Sizden soruyorum.

***


 

Eskişehir Mahkemesi’nde 1935


…Benim gibi, pek ciddî bir muhabbetle Türk milletini seven ve Kur’an’ın senasına mazhariyetleri cihetiyle Türk milletini pek çok takdir eden ve altı yüz seneden beri bütün dünyaya karşı koyan ve Kur’an’ın bayraktarı olan bu millete karşı gayet şiddetli taraftar bulunan ve bin Türk’ün şehadetiyle, bin milliyetçi Türkçüler kadar Türk milletine bilfiil hizmet eden ve kıymettar otuz-kırk Türk gençleri namazsız otuz bin hemşehrilerine tercih etmekle bu gurbeti ihtiyar eden ve hocalık haysiyetiyle izzet-i ilmiyeyi muhafaza eden ve hakaik-ı îmaniyeyi pek vazıh bir sûrette ders veren bir insanın on sene ve belki yirmi-otuz sene zarfında, yirmi-otuz değil, belki yüz, belki binler talebesi, sırf îman ve hakîkat ve ahiret noktasında onunla fedakarane bağlansa ve ahiret kardeşi olsalar çok mudur ve zararı mı var? Hiç ehl-i vicdan ve insaf bunları tenkide cevaz verir mi? Ve bunlara cemiyet-i siyasiye nazarıyla bakabilir mi?

Adalet noktasından tarafgirlik fikrini verip, adaletin mahiyetini zulme çeviren, hakkımda sarf edilen bir tabirdir ki, Isparta’da ve burada bazı isticvablarda ismim Said Nursî iken, her tekrarında "Said Kürdî" ve "Bu Kürd" diye beni öyle yâd ediyorlar.

Bununla, hem ahiret kardeşlerimin hamiyet-i milliyelerine ilişip aleyhime bir his uyandırmak, hem mahkeme ve adaletinin mahiyetine bütün bütün zıt ve muhalif bir cereyan vermektir.

 
Evet, hâkim ve mahkeme tarafgirlik şaibesinden müberra ve gayet bîtarafane bakması birinci şart-ı adalet olduğuna dair binler vukuat-ı tarihiyeden, Hazret-i Ali Radiyallahü Anh’ın hilafeti zamanında bir Yahudî ile mahkemede beraber oturmaları ve çok padişahların adi adamlar ile mahkeme-i adalette görülmesi gibi çok hadisat-ı tarihiye varken, benim hakkımda bir yabanîlik hissini veren ve nazar-ı adaleti şaşırtmak isteyen adamlara derim: Ey efendiler!

Ben, her şeyden evvel Müslümanım ve Kürdistan’da dünyaya geldim. Fakat Türklere hizmet ettim ve yüzde doksan dokuz menfaatli hizmetim Türklere olmuş ve en çok hayatım Türkler içinde geçmiş ve en sadık ve en halis kardeşlerim Türklerden çıkmış. Ve İslamiyet ordularının en kahramanı Türkler olduğundan, meslek-i Kur’aniyem cihetiyle, her milletten ziyade Türkleri sevmek ve taraftar olmak kudsî hizmetimin muktezası olduğundan, bana Kürd diyen ve kendini milliyetperver gösteren adamların bini kadar Türk milletine hizmet ettiğimi, hakîki ve civanmert bin Türk gençlerini işhad edebilirim. Hem, heyet-i hakimenin ellerinde bulunan otuz-kırk kitabımı, husûsan İktisat, İhtiyarlar, Hastalar Risaleleri’ni işhad ediyorum ki; Türk milletinin beşten dört kısmını teşkil eden musîbetzede, fakirler ve hastalar ve dindar müttakîler taifelerine bin Türkçü kadar hizmet eden o kitaplar, Kürdlerin ellerinde değil, belki Türk gençlerinin ellerindedirler.

Heyet-i hakimenin müsaadesiyle, bizi bu belaya sokan ve hükûmetin mühim bazı erkânını iğfal eden ve milliyetperverlik perdesi altında entrikaları çeviren mülhid zalimlere derim:

Ey efendiler!

Benim hakkımda tesbit edilmeyen ve tesbit edilse dahi bir suç teşkil etmeyen ve suç olsa bile yalnız beni mes’ul eden bir madde yüzünden, kırktan fazla Türkün en kıymettar gençlerini ve en muhterem ihtiyarlarını, büyük bir cinayet işlemişler gibi bu belaya atmak, milliyetperverlik midir?

Evet, sebebsiz böyle işkenceli tevkife düşenler içinde Türk gençlerinin medar-ı iftiharı olacak bir kısım zatlar var ki; uzaktan kıymetini hissedip, ona yalnız bir selam veya îmanî bir risale göndermemle, onu bir cani gibi çoluk ve çocukları içinden alıp bu belaya atmak milliyetçilik midir? Ben ki, sizin nazarınızda yabanî millettenim diyorum; bu mevkuf olan civanmert ve muhterem Türk gençleri ve ihtiyarları içinde öyleleri var ki, onların bir tanesini, kendi milletimden yüz adama değiştirmem.

İçinde öyleleri var ki, on sene bana zulüm eden memurlara, beş seneden beri onların hatırları için, o zalimlere bedduayı bıraktım. Ve onların içinde öyleleri var ki, alî seciyelerin en halis nümûnelerini o alicenap Türk arkadaşlarda kemal-i hayret ve takdirle gördüm.

Ve Türk milletinin sırr-ı tefevvukunu onlarla anladım. Ben, vicdanımla, mevcud ve çok emarelerle temin ederim ki; eğer bu masum mevkuflar adedince vücudlarım bulunsaydı veyahut onların umûmuna gelen her nevî meşakkatlerini alabilseydim, kasem ederim ki, müftehirane, o kıymettar zatlara bedel çekmek isterdim. Benim bunlara karşı bu hissim, onların kıymet-i zatiyeleri içindir; yoksa şahsıma karşı faidesi dokunması değildir. Çünkü bir kısmını yeni görüyorum. Bir kısmı, belki o benden faide görmüş, ben ondan zarar görmüşüm. Fakat binler zarar görsem, yine onların kıymeti nazarımda tenzîl etmez.

İşte, ey Türkçülük dava eden mülhid zalimler! Türk Milletinin medar-ı iftiharı olabilecek bu kadar zatları gayet adi ve ehemmiyetsiz bahaneler ile -sizin tabirinizle- benim gibi bir Kürd yüzünden perişan etmek, tezlîl etmek milliyetçilik midir? Türkçülük müdür? Vatanperverlik midir? Haydi, o insafsız vicdanınıza havale ediyorum.

****

 

MEKTUBAT –Yirmidokuzuncu Mektup sf.555

İslâmiyetle eskiden beri imtizaç ve ittihad eden, ciddî dindar ve dinine samimî hürmetkâr Türklük milliyetine bütün bütün zıt bir surette, frenklik mânâsında Türkçülük namıyla, tahrifdârâne ve bid'akârâne bir fetvâ ile "Türkçe kamet et" diye, benim gibi başka milletten olanlara teklif etmek hangi usulledir?

Evet, hakikî Türklere pek hakikî dostâne ve uhuvvetkârâne münasebettar olduğum halde, böyle sizin gibi frenkmeşreplerin Türkçülüğüyle hiçbir cihette münasebetim yoktur.

 Nasıl bana teklif ediyorsunuz? Hangi kanunla?

 Eğer milyonlarla efradı bulunan ve binler seneden beri milliyetini ve lisanını unutmayan ve Türklerin hakikî bir vatandaşı ve eskiden beri cihad arkadaşı olan Kürtlerin milliyetini kaldırıp onların dilini onlara unutturduktan sonra, belki, bizim gibi ayrı unsurdan sayılanlara teklifiniz, bir nevi usul-ü vahşiyâne olur.

Yoksa sırf keyfîdir.

 Eşhâsın keyfine tebaiyet edilmez ve etmeyiz!


Karın Ağrısı- Caner Kara 
sf: 95-121

Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

SİNAN

ERDOĞAN'A AÇIK MEKTUP

İlk Kan: Ali Balseven